Bir süredir sınavlarıma daha verimli çalışabilmek için Vakfıkebir Gençlik Merkezi’nde bulunan halk kütüphanesini kullanıyorum.
Burada yaptığım gözlemlerde ilk ve ortaokul seviyesindeki gençlerin, kitap okumaya hiç de bigâne olmadığını gördüm. Bu yaş grubundaki gençler okul çıkışlarında üçerli beşerli gruplar hâlinde kütüphaneye gelip kitap alıyorlar. Kütüphanede çok fazla vakit geçirdikleri söylenemez. Kütüphaneye gitme alışkanlıkları olmadığı gibi kütüphanede nasıl davranılması gerektiği hakkında da bir fikirleri yok. İlgilerini çeken bir kitap olduğunda biri, diğer arkadaşına dönüp bağırabiliyorlar. Kitap bakarken çoğunlukla bir arkadaşlarını çekiştiriyorlar veya öğretmenlerini anlatıyorlar. Ara ara birinin okuduğu bir kitap hakkındaki düşüncelerini bir diğerine anlattığına da şahit oldum. Ama elbette bu “entelektüel” sohbet, kimsenin dişinin kovuğuna yetecek cinsten değildi.
Ülkemizde gençlerin kitap okumadığı görüşüne katılmıyorum. Hele gençlerin bir şeylere meraklı olmadığı, gençliğin heyecanını kaybettiği yönündeki iddialar, komplo teorisinden daha dayanıksız. Onlar isteseler de istemeseler de büyüklerinin de fikrinin olmadığı bir dünyanın içine çekiliyorlar.
Buradaki çatışma, gençlerin büyüklerinden “başka şeyleri” merak etmelerinden kaynaklanıyor. Çünkü onlar, okusunlar diye ebebeynlerinin hiçbir iş yaptırmadığı bir nesil. Sürekli yalnız bırakılan, tecrit edilen bu çocukların zevkleri de ilgi alanları da kendine göre.
Benim çocuk olduğum dönemde okumak boş iş olarak görülüyordu. Okuma yazma sökmemden sonra büyüklerim, kitaplara karşı düşkünlüğümü hoş karşılamıştı. Daha sonraları bu alışkanlığımın bana zarar vereceğini düşünerek sınırlandırmaya gitmişlerdi. Bilgisayarla tanıştıktan sonraysa okumayı ben boş iş olarak görmüştüm. Lise üçüncü sınıfta kitaplara olan düşkünlüğüm nüksedince yaşıtlarım bile bunu derslerdenn kaytarmak için yaptığımı düşünüyordu.
Oysa bugünün gençleri için böyle bir baskının söz konusu olduğunu düşünmüyorum. Hatta bugün ben baba olsam çocuğumun kitap okumasını elinde tabletle vakit geçirmesine yeğlerdim. Ailenin parçalanması, çocukların üzerindeki otoritenin kalkmasına ve bolca yalnız vakit geçirmelerine sebep olmaktadır. Bugün birçok aile, çocuklarını bir bakıma kendi kaderine terk etmiş durumdadır. Dolayısıyla ebebeynlerin, çocuklarının ne yaptıklarından haberi vardır ne de yaptıklarını anlamlamdıracak bilgi ve birikimi.
Geleneksel düzende yalnız olmak bir eksikliktir. Ancak toplumun dışladığı kimseler yalnızdır. Toplum, düzenini sağlayabilmek için bazı kimseleri dışarıda bırakır. Oysa modern dönem, kişisel gelişim kavramının içini doldurabilmek için insanı yalnız kalmaya mecbur etmektedir. Geleneksel dönemde insan, hayata tutunabilmek için toplumla iç içe olmak zorundayken modern dönemde toplumdan ayrı olmak durumundadır. Modern toplumda insan, kendi kişisel gelişimi sağlayabilmek için bazı insanları kendi oluşturduğu toplumun dışına itmek zorundadır.
Geleneksel dönemde kimsenin edebiyatla ilgilenmek gibi bir derdi yoktur. Bebek, ninnilerle uyutulur; çocuk, oyun oynarken tekerleme söyler, canı sıkıldığında hikâye dinler, âşık olduğunda mâni söyler, kavuşamayınca türkü yakar, ölümle karşılaştığında ağıt yakar.. Hayat, edebiyatla; edebiyat da hayatla o kadar iniltilidir ki bu fark edilmez bile. Öyle ki medreselerde “edebiyat” nâmında bir ders yoktur. Yazılı edebiyat, okuma yazma bilen birinin bilmeyenlere anlatmasıyla kitlelere yayılır. Okumak, içsel bir yolculuk olmaktan ziyade bir ayaya gelme sebebidir.
Dolayısıyla bugün anladığımız anlamda okumak, Modernizm ve Kapitalizm’le bulanmıştır. Kitap okumak; bireyselleşme, kendine vakit ayırma, insanlardan uzaklaşma, bir sosyal statü göstergesidir. Kitap okumak artık salt bilgi edinmek için yapılan bir eylem değildir. Kitap okuyabiliyor olmak, kitap okumaya ayıracak zamanın olması anlamına gelir. Ancak belirli bir refah seviyesine erişebilen kimselerin boş zamanları vardır. O hâlde kitap okumak, bir zenginlik göstergesidir. O hâlde herkesin okuduğu, mülkiyetinin kamuya âit olduğu kitapları okumak kitap okumanın bütün cazibesini kaybettirir. Çünkü kitap okuma statüsü, bu durumda satın alınmamış ancak bedavaya kiralanmıştır.
Gençlerimizin kütüphaneye ilgi duymama gibi bir problemi yok. Gençlerimiz asgari düzeyde okuyor. Yalnızca eğitimde olduğu gibi kitap okumada da bir nitelik sorunu var.
Gençlerimiz kolay olduğu için popüler kitapları okumuyorlar, başlarında kılavuz olmadıklarından niteliksiz kitapları okuyorlar. Ebebeynleri değişen dünya koşullarına uyum sağlayamadığı gibi bir bilgi birikiminden yoksun çocuklar da bu dünyayı anlayamıyor ve ne yapması gerektiğini bilmiyor.
Gerçekten çok vizyoner bir genç nesile sahibiz ama bu genç nesili yönlendirebilecek bir birikime sahip değiliz. Dolayısıyla ambalajı parlak ama içi boş bu çocukları, onları en çok eleştirelerin büyüttüğünü unutmamamız gerek. Anne veya baba olmak, öğretmen olmak, öğretmen olmak bir “rehber” olmak demektir. Ne anne-babalarından ne de öğretmenlerinden rehberlik gören gençler, kendini bomboş bir evrene fırlatılmış gibi hissediyor. Bu da gençlerin bütün enerjilerini “bomboş” kitaplara aktarmasına sebep oluyor. Sonuçta son derece potansiyeli olan bir nesil, beceriksiz ebebeynlerinin politikaları yüzünden heba ediliyor.
Elbette Kapitalizm, bir atık kitap yığını oluşturuyor. Kütüphaneler, bu vahşi Kapitalizm’e yetişemiyorlar ve yayın takip edemiyorlar. Dolayısıyla yeni tertip edilen kütüphaneler, seçkin yayınların toplanmasından değil sahhafların satmaya değer vermedikleri yayınlardan oluşuyor. Ülkemizde Anadolu’nun kısıtlı imkânlarında birçok kütüphanenin yeni olduğunu düşünürsek bugün Anadolu kütüphaneleri, birilerinin okumaya değer görmediği kitap mezarlarından ibarettir. Dolayısıyla kütüphaneler, en nadide eserlerin sergilendiği bir yer olmaktan çıkıp halkın ortalamasının okuduğu kitaplardan oluşuyor.
Ben çocukluğumda kütüphaneleri araştırma yapmak için kullanırdım. Benim araştırma yapma alışkanlığım, ilkokul öğretmenim Uğur Türkyılmaz’ın verdiği araştırma ödevlerinden gelir. O dönem bizlere mesela Atatürk gibi bir araştırma konusu verir, biz de teneffüste koşa koşa okul kütüphanesine gidip oradaki ansiklopedilerden sayfası 15 kuruştan fotokopi çekerdik. Çocukluğumda okuduğum birçok kitabı, ya sınıf kütüphanemizden ya da okul kütüphanemizden edinmiştim. Her seferinde başkanlık seçimine katılır, çoğu zaman yardımcılıkla yetinir ve her sene kitaplık kolu başkanı olurdum. Birkaç kere araştırma yapmak için Vakfıkebir İlçe Kütüphanesine gitmiştim. O zamanlar kütüphane, Vergi Binası’nın olduğu binada çok eski, tozlu ve yürürken tahtaları gıcır gıcır eden bir yerdi. Kitapları hem çok eski hem çok ağır hem de çok büyük bir çoğunluğu ansiklopediydi. Şimdi o kitaplardan eser kalmamış yeni kütüphanede. Zaten o kitaplar, dokunulduğunda parçalanacak kadar eskiydi.
Bu küçük kütüphaneyi oluşturan kitaplar da halktan toplanmıştır. Burada paylaşıma sunulan kitaplar da halkın ortalamasını yansıtıyor. Kütüphanede akademik yayın yok denecek kadar az. Felsefe bölümündeki kitapların büyük bir bölümü, İslamiyetle ilgili. Çok fazla kafa açacak kitabın olmaması da raflarda popüler genç kız romanlarının önemli bir yer kaplamasının da gelen genç kızların bu raflarda çok zaman geçirmesinin sebebi de aynı: arz ve talep.
Toplum, Watpadd hikâyesini okumanın zevksizlik olduğunu belleyene kadar bu popüler romanlar okunmaya devam edecek. Aslına bakıldığında avamın, “basit” kitaplar okuması da bu devre özgü değildir. “Ayağa düşme” biçimci gelenekçilerin her devirde kullandığı bir argümandır.
Ancak bunun her devirde böyle olduğu, bu işin doğru veya normal olduğu anlamına gelmez. Hele bugüne kadar bir şeylerin böyle olduğu, bundan sonra da mutlaka böyle olacağı anlamına hiç gelmez. Bu işin tahsilini görmüş kimselerin, bu yolun henüz başında olan kimselere yön göstermesi gerekmektedir.
Yalnızca gençlerimizi kütüphaneye çekmek, yeterli olmayacaktır. Yaşam boyu öğrenme gereği bu ülkenin gençleri de orta yaşlıları ve yaşlıları da kütüphaneye gelmelidir. Bu düşünce bugün için çok ütopik gelebilir ama 80’li 90’lı yıllarda belediye işçisi olan dedemin hatırı sayılır derecede bir kişisel kütüphanesi vardı. Annem, o yıllarda ilçe merkezinden sadece beş dakika uzaklıkta olan bu mahallede kitap okumanın çok yaygın olduğunu anlatır. O dönem mahalleli elden ele dolaştırıp birçok kitabı okumuş. Bu kitaplardan annemin ve tüm mahallenin hatırında kalan Şule Yüksel’in Huzur Sokağı romanı olmuş. Dedem öldükten sonra kütüphanesi de dağılmış. Ancak İmam Gazalî’yi çok seven dedemden Gazalî’nin Tuhfetü’l Veled adlı kitabı kendi kütüphanemdedir. La Fontaine Masallarını yine çok eski bir baskısından dedemin sayesinde okumuştum.
Bir diğer dedemdense cilt cilt Meydan Larausse kalmıştı. O zamanlar ansiklopedi karıştırmak, ansiklopedi okumak modaydı tabiî. Ben de ciltleri zaten eksik olan bu ansiklopedileri bir kitap gibi elime alır, ilgimi çeken maddelerini okurdum. Gerekli veya gereksiz bir çok şey öğrenmiştim bu ansiklopedilerden.
Çocukluğumda bir dönem bizim kıraathanenin kitaplığından da faydalanmıştım. Aziz Nesin okumaya başladığımda sanırım 9-10 yaşlarındaydım. O zamanlar kızarlardı o yaşta Aziz Nesin okumama ama ben Aziz Nesin’i hep masalcı bir tonton dede olarak görürdüm. Bu komik hikâyelerin siyasî bir anlamı olduğunu öğrendiğimde iş işten çoktan geçmişti.
O zamanlar belki Kapitalizm bu kadar yaygın değildi, belki sermaye bu kadar çok değildi ama kitaba ulaşmak çok kolaydı. Çocukluğumda okunacak çok ama çok kitap bulabiliyordum. Her hafta Ayşegül serisini veren bir gazete vardı, onu alırdım. O dönemde gazeteler kuponla kitap, atlas, vcd seti gibi yararlı şeyleri verirdi. 5 veya 6. sınıfta olmam lâzım, ben de National Geographic markalı koca bir coğrafya kitabını gazeteden kupon biriktirirek almıştım. Hâlâ evimin bir kenarında durur.
Kitaplar elbette zenginliğimizdir. Kütüphane sahibi olmak, bir zenginlik göstergesidir ama yarışın bu kadar adaletsiz, ekonominin bu kadar kötü, satın alma gücünün bu kadar düşük olduğu bu dönemde kitap almak hayli lüks. Kitap, kötü bir yatırım amacı.
Bence her evde bir kütüphane bulunmalı ama bu kütüphaneler, öyle gösteriş olsun diye alınan kitaplardan değil kişinin mesleğini ilgilendiren kitaplardan oluşmalı.
Belki bugün iyice ıssızlaşan, sosyal hayatı olmayan bu geri kalmış taşra kasabasının mütevazi halkının kitaplarıyla mütevazi kitaplarıyla oluşturulmuş bu kütüphane bir lisans öğrencisinin ihtiyacını karşılayacak seviyede değildir.
Kütüphane şartlarının bugün için yetersiz olması, kütüphaneleri kaderine bırakmamızı gerektirmez. Buraya yapılacak bağışlar; aynı zamanda bir ülkenin geleceğine, okumak ve aydınlığa ulaşmak isteyen çocuklaradır.
Kütüphaneler, eğer sahip çıkarsak canlanır ve istenilen seviyeye ulaşır. Ben bu küçük kütüphanede vakit geçirerek üzerime düşen sorumluluğu da yerine getirmiş oluyorum. İstanbul’da dört yıl üniversite “okuyabilen” Trabzonlunun, okuyamayan Trabzonlulara şartları iyileştirebilmek gibi bir borcu vardır.
O yüzden kitap biriktirebilen arkadaşlardan ricam, kütüphanelerini bir kez daha gözden geçirmeleri. Çünkü Anadolu’da ne nitelikli ne de niteliksiz hayatında kütüphane görmemiş, bu havayı tatmamış birçok yerleşke var.