“…Ama bugün buraya iyi niyetle gelmedi. Çok net söylüyorum Alper Ağabey sana. Bak, bunu herkes de bulsun. Sezon başından beri Fenerbahçe’ye, bak, çok değişik şeyler yapılıyor. Bak, Alanya maçında… Bak, Malatya maçında. Bak, ben bunları konuşmak istemiyorum fakat burada olmayacak şeyler oluyor. Bak, hoş değil. Bak, yanlış. Burada bir tarih var, bu tarihi burada yok ettiler, tamam mı? Ben daha fazla hiçbir şey, futbol adına hiçbir şey söylemeyeceğim çünkü futbol yok sahada. Yani futbol dışında her şey var, futbol yok. Galatasaray’ın oyuncusu, benim arkadaşım, milli takımdan Ömer Bayram, hakem bile diyor ki ‘Buraya gelirken iyi niyetle gelmemiş.’ diyor. “Size de bize de.” Ya, böyle bir şey olabilir mi ya, böyle bir şey olabilir mi ya, çok yazık ya! Ben çok, ben hiçbir şey demiyeceğim daha fazla, ben çok özür dilerim kendim şahsım adına ve Fenerbahçe adına çok özür dilerim buraya gelen taraftarlara bunu yaşattığımız için çünkü futbol yok, futbol için konuşulacak bir şey yok.”
Tarihler 23.02.2020’yi gösterirken yukarıdaki açıklamayı ilk dinlediğimde önce 6 yıl öncesine gidip eski bir dostu hatırlamış, daha sonra bir itiraf niteliğindeki bu açıklamanın aslında Türk futbolu adına ne kadar önemli olduğunu düşünmüştüm.
Çoğu bunun Kadıköy’de 22 yıllık yenilmemezlik serisinin bozulması, üstüne sezon boyunca Fenerbahçe’nin de kötü gidişatına karşılık Fenerbahçe’ye gönülden bağlı bir futbolcunun duygu boşalması olduğunu savunabilir. Daha yüzeysel bakanlar bu açıklamanın Ozan Tufan’ın sıradan bir muzipliği olduğunu, hiç bakmayanlar ise sahadan yenilgiyle ayrılan bir takım oyuncunun “ağlaması” olduğunu savunabilir.
Yaklaşık bir sene önce Ozan Tufan, bu açıklamasını yaptıktan sonra öyle doluydum ki düşündüklerimi kimseyle paylaşmak istemedim. Elimde olsa yazmak isterdim ama o gün; blogumu açmaya iki gün vardı ve futbolla ilgili bir şeyler yazmak, aklımın ucumdan bile geçmiyordu.
Geçen bu bir sene içerisinde çok daha deneyime sahip olmamın yanı sıra şu meşhur büyük resim daha iyi görmeye başladım.
Açıklama baştan aşağı Galatasaray maçının hakemi özelinde başlayıp genel bir hakem sitemine, Türk futbolunda canını yakmadığı kalmayan hakemlik kurumuna bir eleştiri olarak yapılmış. “Konuşmak istemiyorum.” demesine rağmen A2 seviye bir Türkçeyle hakemden ve hakemlerden sitem etmeye devam ediyor. “Ben daha fazla hiçbir şey, futbol adına hiçbir şey söylemeyeceğim çünkü futbol yok sahada. Yani futbol dışında her şey var, futbol yok.” diyor. Milli takımdan arkadaşı olduğunu vurguladığı Ömer Bayram’ı tanık gösteriyor. “Ben çok, ben hiçbir şey demiyeceğim daha fazla, ben çok özür dilerim kendim şahsım adına ve Fenerbahçe adına çok özür dilerim buraya gelen taraftarlara bunu yaşattığımız için çünkü futbol yok, futbol için konuşulacak bir şey yok.” diyerek konuşmasını bitiriyor.
Gerçekten Süper Lig izleyip zevk alan bir seyirici var mı, bilmiyorum. Olsa da -bu, kendi takımı olsa bile- ya takımının renklerini izlemeyi seviyordur ya da temas bağımlısı 22 adamı. Her takımın 4-2-3-1 dizildiği, hâlâ kanat oyununu iyi oynayabilen takımların şampiyonluğa oynayabildiği, bırakın yeni bir taktik keşfetmeyi, Avrupa futbolunun en beginner taktiklerini bile kendi takımına tatbik edemeyen, hiçbir dünya ve futbol görüşü olmayan adamların bir o takıma, bir diğer takıma gittiği bir ligten ne futbol ne de seyir zevki beklenir. Çünkü ortada futbol yok. Futbol, Türkiye’de futbol; futbol topuyla değil algılarla, manipülasyonla, adamcılıkla, hamasetle oynanan bir oyun. Futbol, Türkiye’de bir oyun olarak da kabul görmüş değil. Hiç kimsenin ne kendinden olmayana ne de yenilgiye tahammülü var. Oysa futbol, kazanma şansını haizdir. Ülke; baştan aşağıya gerginlikle, kışkırtmayla yönetiliyor. Türkiye’de iktidar sahipleri, koltuklarını inanılmaz derecede yoğun bir psikolojik şiddetle elinde tutuyor. İktidar partisinin “Muhalefete sorarak iş yapacak değiliz.” dediği yerde kulüp başkanlarından ne beklenir? Ülkenin en tepesindekinin “yerlilik ve millilikten” taraf tuttuğu bir ülkenin futbola bakış açısı nasıl olur? Ülke başkanının hem iç hem de dış siyasette yalnızları oynadığı, yedi düvel bize karşı dediği, halkının desteğini almak için sürekli hayali veya gerçek düşman yarattığı, bürokrasinin kendini ezmesini, 28 Şubat’ı bir türlü atlatamayan, travmalarla yaşayıp, travmalarla yaşatıp her gün yeni bir travmaya gebe bir iktidarın olduğu bir dönemde kulüp yöneticileri, taraftarlar, başkanlar ve oyuncular nasıl davranır? Üstelik bu iktidar o ülkenin halkının yarısının desteğini almış iken…
Sahada futbol yok çünkü Türkiye’de teknik direktör yok. Şenol Güneş, bir türlü 90’ların kanat oyununu aşamadı. Gegen-press’in öncülerinden Fatih Terim’in an itibariyle Avrupa’yı takip ettiğine inanmıyorum. Erol Bulut, hiç olmayacak işlere girişti. Ersun Yanal, bir türlü tutunamadı. Bir teknik direktör, takımının yüzde yüzüdür. Türk futbolu olarak Avrupa futboluna hiçbir şey katamadığımız gibi oradan faydalanmasını da bilmiyoruz. Ben Türkiye’yi ciddi ruhsal sorunları olan bir ülke olarak görüyorum. Her gün daha da kötüye gidiyor ama tedavi olmayı inatla reddediyor. Türkiye; kendi kendine, kendi içine dönmekle bütün sorunlarını hâlledeceğine inanıyor. Türkiye; ruhunun oldukça derin olduğunu, sadece düşünmekle her şeyi çözebileceğini savunuyor. Oysa Türkiye; şöyle bir etrafına bakmıyor, bakmak istemiyor çünkü korkuyor. Türkiye, bu hastalıklı hâlinin olması gereken olduğunu savunuyor. Kendi içine dönmekle küvette derinlik aradığının farkında bile değil. Oysa derinlik, dışarıda, denizde olabilecek bir şey. Türkiye, berbat bir durumda olduğunu söyleyen herkese çemkiriyor. Bazen sırf kendi iç sesi kötü olduğunu hatırlattığı için kendine de çemkiriyor. Ona yardım etmek isteyenlere zarar veriyor. En çok da kendine zarar veriyor ya, umrunda değil. Türkiye ölüyor, öldüğünün farkında bile değil.
Tamamen temasa dayanan bir ligte hâliyle çok fazla tartışmalı pozisyon meydana geliyor. Darbe var mı, yok mu? Futbolcu yan pas yapmak için bile topu en az iki üç kez dürtmek zorunda kalıyorsa burada futboldan söz edemezsiniz. Burada kazanmak ya da kaybetmekten, yani oyunun kendisinden bahsedemezsiniz.
Bu durumda istatistiklerden, ısı haritasından, press türlerinden, modern futboldan bahsetmenin hiçbir anlamı yok. Ben bloklar arası geçişten, gegen-press’ten, alan savunmasından bahsettikçe bana kulüplerine uygulanan komplo teorilerinden bahsedenler var. Taraftarlık kurumuna saygım sonsuz. Taraftarların olmadığı bu dönemde dünyanın hiçbir yerinde futbolun tadı yok ancak bu durumun zehri ölümcül. Bu yüzden “Futbol, şiddetir; futbol, cinayettir; futbol, adam bıçaklamaktır.” Türkiye’de. Futbol takımları, sevmenin ve sevilmenin yasak olduğu bir ülkede gizli arzuların, fantezilerin, hiç yaşanamamış aşkların sınırsızca yaşandığı bir kurumdur. Futbol; baskılanmış benliğin dışa vurma aracıdır. Taraftarlık, buna bir kılıftır. Taraftarlık; nirvanaya ulaşılan bir nokta, ruhun tatmin olma biçimidir.
Sakınan göze çöp batar. Taraftarların sürekli paranoya gezdiği/gezdirildiği, baskınının maksimize edildiği, futbolcuların kafasındakini sahaya yansıtamamasıyla daha çok artan hakeme baskı, bunun üzerine yakın temasa dayalı bir ligte sporculuk ahlâkına aykırı hareketlerin gırla gittiği bir ülkede futbola oyuncular değil hakemler damga durur. Hakem; kimseyi memnun edemez, her gece kapkara olur. Herkes kendi yolunu bulmaya çalışır çünkü burada ekmek, aslanın kıçındadır. Yöneticiler çıkar, duygusal konuşmalar yapar. En duygusal konuşmayı yapanın takımı yürür. Hakem o maçta takdir hakkını kendi takımından yana kullanmışsa yönetici hiç çekinmeden hakemi beğendiğini söyleyebilir. Yok, hakem takdir hakkını diğer takımdan yana kullanmışsa “Adalet isteyuruk” der.
Ozan Tufan; arkadaşım diyor, millî takımdan arkadaşım diyor, Galatasaray’ın oyuncusu diyor. Yani demek istiyor ki biz ezeli rakip olsak da aynı millî takıma gidiyoruz. Hattâ orada arkadaş bile olabiliyoruz. Biz dostuz. Bugün bize olan, yarın bir başkasına da olur diyor.
Yani diyor ki “Bakın bugün benim canım yandı, yarın sizin de canınız yanabilir çünkü hepimiz aynı gemideyiz. Hepimiz aynı gemideyiz çünkü bu gece benim canım yandı.”
Süper Lig’in 18-19 sezonunu hatırlayalım. O sezon hangi takımın hakkı yenilmedi ki? Şampiyon Galatasaray’ın inatla gece oynatılan Erzurum maçı, Fatih Terim’e verilen ağır ceza…
Peki, Arena’da Galatasaray’ın 3-1’lik Trabzonspor galibiyetinden sonra Fatih Terim’in açıklamaları? “Hakemler de hata yapar.” Demek ki herkes yılan kendine dokunmayınca yılanı bin yaşatacak, yılan biraz kendine diş çıkarsa ortalığı ayağa kaldırıp hakikat savaşçısı kesilecek, Türk futbolunu eleştirmeye kalkacak. Biraz iyi transfer yapıp lobisi de kuvvetli olanlar, şampiyon olurken diğerleri avucunu yalayacak. Birileri bir şeylerden ne kadar şikâyet etse de umursamayacak ama birileri çıkıp “Benim takımımı üzmeyin.” dediğinde kayırılacak. Demek ki bu ülkede kollarını açmak, sürekli serzenişte bulunmak gerekiyormuş her şeyden önce. Demek ki bizim karşımızda bir insan evladı yokmuş. Demek ki ilişki, birilerinin Pavlov, diğerlerinin de köpek olması üzerine kuruluymuş. Dedim ya; futbol, biraz da sosyolojik bir meseledir. Ülke bu durumdayken, gelenekler böyleyken, bu böyle gelmiş böyle giderken bundan başka ne beklenirdi ki? Bu toplum, bu kültür yetiştirse yetiştirse Pavlov yetiştirir. Sonra diğerlerinin karşısına geçip “Hadi, benim devamım için hepiniz uslu birer köpek olun.” der. Bu toplum, tepkisel model insandan, dümdüz bir hayvandan başka ne yetiştirebilir?
Yanlış anlaşılmasın… Kelp, itikadımca sadık dost demektir. İçimde yılların birikmişliği var, mazur görün.
Çünkü öyle bir futbol yapılanmamız var ki şike davasını çözmek üzere Fenerbahçe’nin voleybol takımının başkanını TFF başkanı yapıyor sonra yetmezmiş gibi Beşiktaş’ı iflasa sürükleyen adama ülke futbolunu emanet ediyoruz. Yıllardır en yerli ve millici yorumcular bile “yabancı hakem” diye bas bas bağırırken MHK’lar değişiyor ama VAR’a rağmen her maç skandal en az bir karar veriliyor. Demek ki birileri bir şeyleri düzeltmek istemiyor. Kulüpler de bozuk düzenden en kârlı çıkanın kendileri olması için yırtınıyor, bir şeyleri düzeltmek için değil.
Lafı geldiği zaman Fatih Terim, Türk futbolunun babasıdır. Kimse Fenerbahçe’nin büyüklüğünü tartışmamalı. Kimse bilmem ne kişisinin bilmem ne sporluluğunu sorgulamamalı. Iki lafın arasına sıkılan zoraki “camia” lafı insana “Gözünüzü açmazsınız camia kalmayacak.” dedirtiyor adama ama nafile.
Keşke birileri bir şeyler olmaya başladığında konuşsaydı diyor insan. 10 yıldır Türkiye’de futbol izlemenin hiçbir keyfi yok.
“İlk önce şu aklımdaki bazı şeyler var, onları dile getirmek istiyorum. Maalesef o kadar güvensiz bir ortamda oynuyoruz ki bunu, bu futbolu. Artık güvenmiyorum. Hiç kimseye güvenmiyorum, açık açık söylüyorum. Yani bugün bazı pozisyonlarımız var, resmen katlediyor hakem. Ya ben hakemle ilgili en son konuşacak insanım ama saha içinde tahrik ediyor. Golden önce bir pozisyonumuz var, o unutulmasın, o kesinlikle fual. Ufak ufak anlayamıyorum yani, Trabzonspor’un üzerine yıllardır olan şeyler. Yıllardır bize, maalesef bizi katlediyorlar. Ve kimse de sesini çıkarmıyor. Bazı medya kuruluşlarımız, bazı medya, millî takımda yediğim hatalı gollerden sonra beni linç ettiler, sağ olsunlar. Ama o medya grubunu ben biliyorum, çok iyi biliyorum. Kendi takımlarının aleyhine haksız bir şey kazandılar mı kesinlikle susuyorlar, haklı diyorlar her şeye. Ama Trabzonspor’a geldi mi Trabzonspor’un bir oyuncusuna geldi mi yerden yere vuruyorlar, linç ediyorlar. Ya bu ortamda size yemin ediyorum, futbolu bırakmak geliyor içimden. Yani biz neyine oynuyoruz, neyinin savaşını veriyoruz. Yurt dışında Avrupa’da oynuyoruz, ülkemizi temsil ediyoruz. Bir yerlere çekiyoruz, bizim sayemizde sıralama değişmiyor. Bizim aldığımız puanlar dolayı ülkemize direkt Şampiyonlar Ligi’ne katılabilme olasılığımız hep yüksek kalıyor. E biz böyle mücadele ederken maalesef kendi ülkemizde ezilen taraf oluyoruz. Yıllardır gelen bir şey bu. Yani bir olaylar oldu, hak ettiğimiz, kazandığımız, söke söke alın terimizle aldığımız kupa yıllardır gelmiyor. Yıllardır başka şeyler yani bu işin içini ben anlayamıyorum. Ben 26 yaşımdayım, futbolu bırakma noktasına geldim. Sıkıldım artık yani, gerçekten sıkıldım. O yüzden futbol falan konuşmak istemiyorum. Yani bu ülkede neyi konuşayım ben. O kadar yani, o kadar karışık ki yani istediği, istediğini yapabiliyor. İstediği anda bir şeyler değişiveriyor, skorlar değişebiliyor. Bu kadar kolay olmamalı. Biz hiçbir şeyin mücadelesini maalesef burda veremeyiz yani. Trabzonspor, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir takımıdır ama herhalde biz çıkarıldık diye düşünüyorum o haritadan.”
Tarih, 22 Eylül 2014, Trabzonspor kaptanı Onur Recep Kıvrak’ın 1-1’lik beraberlikle biten Başakşehir maçı sonrası açıklamaları. Trol hesapların bu kadar yaygın olmadığı bir ortamda Onur’un da konuşmayı oldukça güzel bir Türkçeyle sakin bir tonda yaptığı göz önüne alındığında bu açıklamalar, Ozan’ın açıklamalarının gördüğü içi boş ilgiyi görmedi. Birçokları hatırlamaz da bugün itibariyle ancak metin incelendiğinde 7 senede Türkiye’de futbolun hiç değişmediğini aksine geriye gittiğini, o zamanki sorunların bugün dağ gibi olduğunu görüyoruz.
Onur, bu futbol ortamına güvenmediğini söylüyor. Ozan da aynı şeyi söylüyor. Onur, hakemlerle ilgili konuşmak istemiyorum diyor ama o kadar dolmuş ki elinde değil. Ozan Tufan da aynı şekilde. Hani birileri çıkıp bu sorunları dile getirse iki futbolcu da konuşmak istemeyecek ama ne yöneticiler ne de başkaları, bu olayların önüne geçemiyor. Buna karşılık iki futbolcu da futbol konuşmak istemiyor çünkü ortada futbol yok çünkü profesyonel bir sporcunun hakemler hakkında konuşmaması gerektiğinin farkında. Birilerinin maça müdahale etmesinden iki futbolcu da rahatsız. İki futbolcu da millî takım vurgusu yapıyor. Fark, Ozan Tufan’ın en kötü döneminde bile millî takıma çağrılıp Onur’un yediği hatalı goller yüzünden kötü giden millî takımın faturasının ona kesilmesi. Onur, hem kendini hem de takımını savunmak adına biz de bu ülkenin bir şehriyiz, biz de bu ülkenin vatandaşıyız, bizi ötekileştirmeyin diyor. Ozan Tufan ise hepimizin bir olduğunu ve yarın başkalarının da canının yanabileceğini söylüyor.
Avrupa Süper Ligi için söylediklerimiz STSL için de geçerli. TFF, yıllardır İstanbul takımlarını kayırıyor. Küçük İstanbul takımları, babalarına yaranmaya çalışan küçük çocuklar gibi. Üstüne Beşiktaş, bu süre içinde Galatasaray ve Fenerbahçe’nin daha da yürümesi adına sürekli geri plana itildi. İşte bu yüzden üç büyükleri bir türlü doyuramıyorsunuz Türkiye’de. İşte bu yüzden sürekli doyurulan, doymuyor bir türlü.
Bu hafta, şampiyonluk yarışına Fenerbahçe’nin de ortak olmasıyla Beşiktaş ile Fenerbahçe arasında algı operasyonu ile geçti. Sezon boyunca “Bizi üzmeyin.” mottosuyla bu algıyı çok iyi yöneten Beşiktaş, uyuyan dev Fenerbahçe’nin uyanmasıyla psikolojik olarak rakibinin gerisinde kaldı. Sergen Yalçın, Fenerbahçe’nin hevesini kırmaya çalıştı. Emre Belözoğlu “Şampiyon olursak bunda en büyük pay, Erol Bulut’un.” dedi. Şampiyon olacaklarını söyledi. Hafta arası başkanlar çıktı, gòvde gösterisi yaptı. Rize maçı öncesinde taraftarlarla fotoğraf çektiren Ahmet Nur Çebi: “Taraftar, kıymetli bizim için. Bir tek onlar kaldı yanımızda, herkes karşımızda.” dedi. Bir tek yalnızları oynamadığı kalmıştı, şimdi o da oldu.
Kendini yalnızlaştırarak çok büyük kitlelerin desteğini kazanma, oldukça etkili bir manipilülasyon tekniğidir. Ömrü boyunca yalnizlıktan şikâyet eden Sartre’ın cenazesi, buna iyi bir örnektir. Bugünkü iktidarın, iktidarda kalmasının en büyük sebebi bu yalnızlık politikasıdır. Hangi kulübe sorsanız diğer kulüp(lere) karşı tek başına mücadele veriyor. Hangi kulübe sorsanız, MHK’sı da TFF’si de kendine karşı, diğer kulüplere karşı toleranslı.
Esasen bu yola sebep; aşağılık kompleksidir, yetememe hissidir. Kendi işiyle meşgul olanlar, bu tür yollara başvurmaz. Kendi kendini yönetebilen, dirayetli insan ya gider yalnızlığın verdiği hislere sabreder ya da yalnıığa karşı isyan eder. Kendini acındırmak, zavallıların işidir. Bu yola daha önce Aykut Kocaman da Fatih Terim de Şenol Güneş de başvurdu. Dikkat edilirse hepsi, bu tür söylemlere performanslarının düştüğü yerde başvurma gereği duydu.
Ortada ciddi bir otorite boşluğu var. “Otorite” o kadar hatalı kararlar almış, kulüplerin canını o kadar yakmış ki bu artık kompleks hâline gelen yaşantıları kimse kafasından atamıyor. Ve artık herkeste şöyle bir durum var: “Bak bizim hakkımızı yiyecekler, çok yediler, daha da yiyecekler.” veya “Bu sene bilmem hangi takımı şampiyon yapacaklar. Bizi şampiyon yapmazlar, bizi sevmiyorlar.” sözleri her kulübün ve taraftarlarının ağzında dolaşıyor.
Bir takım şampiyonluğa oynuyorsa saha dışı olaylarla gündeme gelmemelidir. Bu oyunun adı futboldur ve Türkiye gibi bir ligte matematiksel şansın olduğu hâlde şampiyon olma şansınız vardır çünkü nihayetinde rakipleriniz ne Barcelona ne Real Madrid ne de Atletico Madrid’tir. Şampiyonluk yarışında her takımın şansı neredeyse eşit ve hepsi en az birbiri kadar kötü veya iyi. Bu sene özelinde konuştuğumuzda hepsi birbiri kadar kötü. Dolayısıyla bu durumda bir kulubün başkanının, eski şampiyonluklarını kurtarma peşine düşmesi, diğer başkanın kendi oyuncusunun seks partilerinden bahsetmesi, büyük bir yönetim hatasıdır. Geçen sene Trabzon böylesi ağır yükü genç bir teknik direktörün sırtına yüklerken 10-11’e atıf yaparak “Sekizinci Şampiyonluk” diyordu.
Sahada oyun adına hiçbir şey olmadığı için kulüpler ve kulüpleri idare edenler, bu tür polemiklerle uğraşma gereği duyuyor. TBMM’de yapılan siyaset, kulislerdeki polemikler, futboldaki saha dışı olaylardan çok mu farklı? Ülke; tepeden aşağıya bir değişim içerisinde ancak bu değişim, kısa vadede birilerinin kazanmasına, anlık bir mutluluk yaşamasına ancak herkesin sürekli bir mutsuzluk yaşamasına sebep olmaktadır.
Hedefe giden yolda her şeyin mübah görüldüğü bir girdiden, biri ya da birilerini mutlu etmek adına herkesi üzen, sonra üzdüklerini telafi etmek sürekli taviz veren bir çıktı elde edersiniz.
Aklımız ermediği için duyguları yüceltiyoruz. Aklımızı kullanmadığımız için daha çok duygusal davranıyoruz. Bir kere hata yapınca hatayı, hatayla kapatmaya çalışıyoruz. MHK ve TFF, 10-11’den beri hatayı hatayla kapatmaya çalışıyor. Bunu gören hakemler; yaptığı veya başkasının yaptığı bir hatayı, birilerini memnun etmek, bozulan morallerini düzeltmek için başka bir hata yapıyorlar. Herkesin kafasında dönen fırıldaklık, ali cengiz oyunlarını insanı bulanıklaştırıyor. Art niyetli olmasa da art niyetli gösteriyor.
Rayından çıkmış kurumlar, yöneticiler. Hepsi bireyin, yalnız olmanın kendisini ilginç biri yapmasına inanmasından kaynaklanıyor. Birey, yalnızlık ve mutsuzluğu bağdaştırıyor. Mutsuzluğun olması gereken bir hâl olduğunu kabul etmiş durumda. Bunu kabul edenler içerisinde yöneticiler de var.
O ilk hata hiç yapılmamış olsaydı bugün bunları yaşamıyor olurduk.
Ancaaaaakkkkk…
İçinde olduğumuz bu linç kültürü herkesi olduğundan daha da korkak bir duruma getirdi. Çözüm basit, olan oldu. Olanlar ise biz bir şey yapmadıkça daha önce olduğu gibi olmaya devam edecektir. O yüzden önce olanı olduğu gibi kabul etmemiz gerekir. Aksi takdirde kafalarda tilkiler dönmeye devam edecektir. İkinci adım ise sorumluluk alabilmektir. Kimsenin sorumluluk almadığı bir ortamda herkes topu birbirine atmakta, dolayısıyla otorite problemi ortaya çıkmaktadır. Çünkü kimse tarih önünde hatalı çıkmak istemez. Çünkü kimse toplum önünde küçük düşmek istemez. Her şeyden önce linç kültürünü hemen yok edemeyeceğimize ve yüksek benlik eğitimini okullarda veremeyeceğimize göre bireylerden, kendi çabalarıyla yüksek benlik geliştirmesini bekleyeceğiz ki sorumluluk alabilsin. Suçu, kendinden başkasına atmasın. Öyle teknik direktörler, yöneticiler, başkanlar yetişmesi gerekiyor ki sahadaki oyuna odaklanalım, sporcular sahadaki oyun hakkında konuşsun.
İşte o zaman ne Ozan Tufan, kötü futbolun sebebi kendi olmadığı hâlde özür dilemek zorunda kalmaz ne de Onur Kıvrak, 26 yaşında futbolu bırakmaktan bahsederdi.
Çok mu şey istiyorum? Bence hayır! İngiltere’ye, Ispanya’ya, Almanya’ya bakınca bu söylediklerim modernist bir ütopya gibi durmuyor. Eğer olmayacaksa da fazla zorlamanın bir âlemi yok. Avrupa’dan takım tutar, Avrupa futbolunu izleriz. Çok sevmek, vazgeçmeye engel değildir.