Bundan 4-5 yıl önce Beşikdüzü İMKB Anadolu Öğretmen Lisesi’nin sıralarında romantik ve milliyetçi düşlerle edebiyatçı olmaya karar vermiştim. 

O zamanlar henüz oldukça açılmamış bir çocuk olarak Nazan Bekiroğlu’na hayranlığımı da bahane ederek edebiyat bölümünü Trabzon’da okumak istiyordum. 

Neyse ki birkaç arkadaşım ve hocam; aklımı çelmişti ki biraz milliyetçi olmaktan, biraz da kendimi İstanbul’a ve Marmara’ya lâyık göremediğimden sınava birkaç ay kala Gazi Üniversitesi’ni hedeflemeye başlamıştım. 

İstanbul’a vardığımda İstanbul’la ilgili hiçbir şey bilmiyordum. İlginç bir şekilde bu bilinmezlikten rahatsız da olmuyordum. Daha da ilginci, bu bilinmezliği çözmek veya aralamak gibi bir hedefim de yoktu. Ne düşünüyordum ne de hissediyordum. Yalnızca piyasa fiyatının altına bulabileceğim kitaplar, yayınevleri ve tabiî ki akademik kariyerim beni biraz olsun heyecanlandırıyordu. 

Öteden beri gamsız bir tavrım vardır, kendime düşkünümdür. Rahatım bozulmasın diye yapmayacağım çirkeflik kalmaz. Sosyal olmayı, insanların içlerine karışmayı, hatta kavga etmeyi, öfkelenmeyi, dostluk kurmayı… Bütün, bütün hayatın olumsuzluklarını, olumluluklarını kucaklar ve hayatı olduğu gibi kabul ederim. 

Buna karşılık derin hisler besleyemem çünkü gereksiz görürüm olduğu kadar. Fazla konuşmayı da sevmem içime dönmeyi de kendimi anlatmayı da. Dümdüz yaşamak isterim ben. 

Edebiyatçı olmak, bana bütün bu saydıklarımın tam karşıtı bir kimlik veriyordu. Bir edebiyatçıdan talep edilen ağlamasıydı, kaybetmesiydi, başarısız intihar girişimleriydi, asla kavuşulmayan ama bir ömür boyu sürecek aşklardı. Bunun için yakarmalıydı bir edebiyatçı. Duymalıydı yakarmaya çalışanların sesini de, onlar yerine de yakarmalıydı. 

Bazı şeyler insanın doğasına ne kadar ters gelse de kendini o kadar kolay ikna edebiliyor ki onları hemen kabulleniveriyor. Ben üzerime birkaç beden bir kıyafet beğenmiştim o zaman. Pantalonum belimden aşağı düşer dururdu, sürekli düzeltmeye çalışırdım. Üstelik kemer de kullanmak istemiyor bir hâlim vardı gibi. Bu komik durumdan ne kadar hicap duysam da ne kurtulmak istiyordum ne de kurtulmamak. Dünyanın bütün yükleri omzuma yüklenmiş gibiydi. Bir türlü doğrulamıyordum. Enerjim tükenmişti artık. 

Kasabada büyümüş ve şehir merkezine işi olmadıkça pek gitmemiş biri olarak yön tayinim gelişmemişti. Trabzon’da biraz yolunuzu şaşıracak olsanız yüzünüzü aşağıya doğrultunca kuzeye, yani deniz tarafına doğrultmuş olursunuz. E Giresun tarafı batı, Rize tarafı Doğu. Cadde, sokak, mahalle ismi bilmeye ne gerek var! Meydan, Uzun Sokak, Kemeraltı’nı bildin mi her işini görürsün. E zaten her yere dolmuş var. E o dolmuşlar da zaten Meydan’dan kalkıyor. Ne gerek vardı adres ezberlemeye bu durumda? 

Sırf İETT otobüsleri ve onların geçtikleri hatları ezberlemek zorunda olmak bile başlı başına bir kültür şokuydu. Bir defasında ters yönden otobüse binmiştim de alâkasız bir yere gitmiştim. Hele otobüsler… Ne kalabalıktı öyle? Daha doğrusu, niye kalabalıktı öyle! Büsbütün insandan tiksinir olmuştum. İnsan etinden çıkan iğrenç ter kokusu, yeni alınmış bir kitabın kokusuna değişilir miydi? Okudum, deliler gibi. Yürürdüm, elimde.kitap; otururdum, elimde kitap; uyurdum, baş ucumda kitap; ders çalışırdım, masamda kitap. Kitap, kitap, kitap… Her yerde kitap, her an kitap. “Ama benim bu hâlim çok bitap.” derdim de derdimin neden olduğunu bilmezdim. Kendime dert uydurduğumu, dertleri ve dertli olmayı sevdiğimi bilmezdim. Bu hikâyenin başında dediğim gibi: Bilmezdim…

En az üç saatlik kendimle kalma şansım vardı. Şöyle yaslanacak güzel bir yer de bulabilirsem kitap okuyabilirdim. Hiç olmazsa kulaklığımı takar, müzik dinlerdim. Ama mutlaka kendimle kalmalıydım. Artık şu kalabalıkta yalnız kalma olayının bağımlısı olmuştum. Yanımda kimse olmasa çıldıracak gibi olurdum. Kendimden değil de varoluşumdan nefret ederdim. Kafamda çıglıklar kopardı, rüyalarımda karabasanlar kovalardı. 

Ben önce İstanbul’un, sonraysa zihnimin sokaklarında kaybolmuştum. İstanbul’un sokaklarında kaybolurken öğrenmiş, zihnimin sokaklarında kaybolurken unutmuştum. 

Fazla çalışmak, üstüne okumak, üstüne sürekli düşünceli olup mutsuz olmayı kendine hak görme; sonunda beni hasta etmişti. İstanbul’da geçirdiğim süre boyunca gerek bağımlılıklarımın yol açtığı tahribat sonucu vücut direncimin düşmesi, uyumamak, daha fazla çalışacağım diye yemeden içmeden kesilmek gibi sebeplerle sürekli hasta oluyordum. Hayatımda karar vermem gereken dönemlerde hastalıklarım özellikle şiddetleniyor ve aslında hiç yapmayacağım şeyler yapıyordum. 

Beni hasta eden şeyler, düpedüz buydu: Olmadığım bir kimliğe bürünmek. Benim değildi şu bir iki beden büyük kıyafetler, giydiğim melanet hırkası. Ben ne bunları hak edecek kadar “iyi” ne de cezalanacak kadar “kötü” biriydim. Ben, ne bunlara yakın ne de uzaktım. Ben, bunların tamamen dışındaydım. Bir yerlerde birileri belki de böyle yaşıyordu, kim bilir ancak ben böyle yaşayacak biri değildim. 

Bir insan, duygularıyla manipüle olur. Edebiyat, en tehlikeli manipüle aracıdır. Güzeldir, hoştur ancak kitaplarda durduğu zaman fakat şunu biliriz ki bir edebiyat ürünü asla iki kapak arasında durduğu gibi durmaz. Yıllar sonra, okuduğumuz bir kitabın adı geçtiğinde bir iki cümle edebiliriz hakkında. İşte edebiyat dediğimiz asıl odur, o bir iki cümledir. Kitabı ilk okuduğumuzda hissettiğimiz o yoğun duyguları, gün geçtikçe daha az hissederiz. O yüzden bir aşktır edebiyat, henüz gençlik baharında tadılması gereken. 

Asla tatmin olmaz edebiyat, tatmin etmez de. Ne oldurur ne öldürür. Bu yüzden edebiyatı bir kimlik olarak almak, bir insanın kendine yapabileceği en büyük işkencedir. 

Hayat, her yeni günle yeni bir öğreti sunmaktadır. Edebiyat, öğretilerden ancak biridir. Hayat, bir öğretiyle öğrenilemeyeceği gibi bir yolla da bir kitapla da öğrenilemez. 

Edebiyat, tutkulu ancak kendine güveni olmayan bir kadın gibidir. Çekicidir. Bireye, yavaş yavaş sokulur, kendine bağımlı kılar ve bireyi, kendinden başkasıyla olamayacağına inandırır. Biz edebiyatın kendisine değil bu bağımlılığa âşık oluruz. Edebiyatın ne olduğu zaten meçhuldür. 

Hayat, sayısız öğreti yoluyla doludur. Hayatı kitaplardan öğrenmeyi beklemek zahmetsiz ama sağlıksız bir yoldur. Hayatın kendisiyse “gerçek” bir zahmet talep eder.