Yeni müfredatta Türk Dili ve Edebiyatı dersi hem Dil ve Anlatım ile birleştirildi hem de konular kronolojik bir sıra takip etmek yerine türlere göre sıralandı.
Edebiyat tarihi, üniversitelerin ilgili bölümlerinde de daha çok türlere göre işleniyordu. Türkiye’de İstanbul ekolü Edebiyat Tarihi akademisyenleri, psikolojiden daha çok yararlanırken tarihi geri planda tutan bir anlayışa sahipler.
Dolayısıyla edebiyatın türlere göre işlenmesi, yeni uydurulmuş bir şey değil edebiyatı anlamak için başvurulan yöntemlerden biri.
Bu değişikliğin sebebinin, siyasî olduğuysa apaçık ortadadır. Çünkü edebiyat tarihi, son derece politik bir şeydir. Hele öğretmen, ilerlemeci bir yöntem kullanıyorsa edebiyat tarihi, siyasî düşüncenin bir tasdik aracı olarak kullanılmaya müsait hâle gelebilir.
AKP iktidarıyla birlikte bürokrasinin gücü azaltılıp hükûmetin etkisi artırılmıştır. Başkanlık sistemiyse bu düşüncenin hayata geçirilmesidir. Seçilmişler, atanmışlardan üstündür sloganıyla ifade edilecek bu düşünce, karşı-devrimci bir kimliğe sahiptir.
Atatürk ilke ve inkılaplarına karşı çıkan kesimin en önemli argümanlarından biri, yeniliklerin çok hızlı ve sert olduğuydu. Dolayısıyla iktidar, devletin resmi görüşünü değiştirirken yavaş ama kararlı adımlarla ilerlemeyi tercih ediyor. Zaten 80 darbesinden beri süregelen bir kitleleri apolitikleştirme politikası vardı. Halk, apolitikleştikçe muhafazakârlaşacaktı çünkü bir toplumda statükoyu gelenekler belirler. Apolitik olmak da statükoyu onaylamaktır. Mesela Felsefe dersinin sayısı 12 Eylül’den sonra azaltılmıştı. Günümüzdeyse Felsefe dersi önceki yıllara nazaran daha fazla ders saati olsa da içerik olarak oldukça kırpılmış. Felsefe dersi, hükûmetin politikaları uyarınca Orta Çağ’da din felsefesi üzerine yoğunlaşmış durumda.
Bu poltikadan tarih, nasibini fazlasıyla almıştı ama edebiyatın en azından bu şekilde apolitikleşmesini beklemiyordum. Önceki dönemlerde de ders kitapları suya sabuna dokunmak istemiyor gibiydi. Koskoca Nazım Hikmet’i “Trum tiki tak tak” ile açıklayamazsınız. Ben lise hayatım boyunca tam üç kere Ziya Gökalp’in Çoban ile Bülbül şiirini ettim. Üniversite sınavlarında mesela toplumcu-gerçekçiler pek sorulmazken sembolistlerden hemen her sene soru geliyordu.
Tabiî ülke oldukça gergin. Böyle bir ortamda ben de bir öğretmen olarak örneğin Servet-i Fünun edebiyatını anlatırken Abdülhamid’ten bahsederken kendimi rahatsız hissedebilirim. Çünkü ne söylesem öğrencinin zihninde başka bir şey canlanabilir. Daha kötüsü bu durum, ders dışı konulara da yönelebilir. Okulda tarih dersi, çok az gösterildiğinden öğrenciler alması gerekli tarih bilgisini çok sağlıksız kaynaklardan alabiliyor. Hem mevcut ortamın gerginliği hem de yüzeysel tarih bilgisi düşünüldüğünde öğretmenin, her ne olursa olsun politikaya malzeme verecek konulardan uzak durması gerekir.
Ancak edebiyatın türlere göre ayrılarak anlatılacak olması, “tarih” disiplininden yararlanmayacağı anlamına gelmez. Post-modern tarih teorileri, sosyal tarihçilik üzerine kurulu. Artık siyasî tarih yerini bireyin ve eşyanın tarihine bırakmıştır. Dolayısıyla birer edebî tür olarak şiirin de öykünün de hikâyenin de romanın da bir tarihi vardır. Bu tarihçilik anlayışı, ontolojik bir boyuttadır.
Bu konuyla ilgili Türkçe kaynak bulmak neredeyse imkânsız ama İngilizce bilenler için internete mesela ‘A History of Novel’ yazdığınızda zibilyon tane kaynak bulabilirsiniz.
Şiir türü ele alınmadan önce “Şiir neden ortaya çıkmıştır, ne anlam ifade etmektedir, tarihsel süreç içerisinde nasıl bir değişime uğramıştır vs.” gibi sorulara cevap aranması gerekmektedir. Yoksa Panzerler Üzerimize Kalkar kitabının kime âit olduğu çok da önemli değildir. Eğer meseleyi, yazar-eser ezberlemek üzerine kurarsak elbette o kadar yazar ve eseri ezberlemek zordur. Oysa ezberlenilecek şeyle gerektiği kadar ilgilenildiği sürece zaten bir sorun olmaz. Zaten “Alın yutun bakalım, yutabiliyor musunuz!” diye bir öğretim olamaz.
İşin politik tarafına geri dönersek okullar, bir toplumsal dönüşüme öncülük edecek potansiyelde bir kurumdur. 1908’de Hürriyet’i ilan edenler, Osmanlı’nın açtığı batılı tarzda eğitim veren kurumlardan mezun olmuştu. 31 Mart Ayaklanması ise birtakım imtiyazlarını kaybeden medrese öğrencileri tarafından çıkarılmıştı.
Türk toplumunda çözülme, 80 darbesi sonrası kabul edilmiştir. Siyasal islamın yükselişini de toplumun çözülmesiyle birlikte okumak gerekir. Okullar, işte tam da bu çözülme dönemlerinde devreye girmektedirler. Ancak 80 darbesinden beri okulların, hiçbir şekilde devreye girememesi için apolitikleştiklerini görüyoruz. Önce sosyal bilimler derslerinin içeriğini kısan Millî Eğitim politikası, sonra sınavlarda “yorum” sorularına ağırlık vermeye başladı. Oysa her soru kalıbının, her ifadenin belirli bir şekilde yorumlanması gerekiyordu ve öğrencilere düşen bu yorum kalıplarını ezberlemekti.
Bu süreçte Millî Eğitim, bariz bir şekilde nitelikli öğretmene ihtiyaç duyarken Anadolu Öğretmen Liselerini kapattı. Türkiye’de Galatasaray, Vefa, St. Joseph gibi liselerden sonra toplumsal değişime öncülük edebilecek tek liselerdi Öğretmen Liseleri.
Türk Dili ve Edebiyatı dersinin öğretimin problemlerine Türk Dili ve Edebiyatı ders kitabını türlere göre ayırmak çözüm olmayacaktır. Burada türlere göre ayrım, daha iyi öğretebilmek amacıyla yapılıyorsa o hâlde akla neden edebiyat tarihi anlatılırken sondan başa doğru bir ilerleme olmadığı gelir. Özellikle Tarih dersi için eğitim uzmanlarının son derece kullanışlı olduğunu söylediği bu yöntem, öğretmeyi kolaylaştırsa da Edebiyat ve Tarih gibi alanlarda sebep ve sonuçların birbirine karıştırılması riskini haiz olduğu için sakıncalıdır.
Edebiyat, Türk Dili ve Edebiyatı’ndan ibaret değildir. Eğitim, bireyin yaşam kalitesini iyileştirmektir. Buna göre edebî türlerin gelişimini ele almak, türlere göre tasnifin zorunlu sonucudur. Öte yandan öğrenciye kuru edebiyat tarihi anlatmanın -ne kadar multi-disipliner olunursa olunsun- da pek bir faydası yoktur.
Karşılaştırmalı edebiyatın kurucusu Van Tieghem’in millî, genel ve karşılaştırmalı ve genel edebiyat tasnifinden hareketle lisede Türk Dili ve Edebiyatı öğretimi görmüş öğrencilerimizi, en azından genel edebiyat bilgisini verecek yeterlilikte mezun etmeliyiz. Nasıl ki “general history” denilen bir alan vardır, aynı zamanda genel edebiyat denilen bir kavram da vardır.
Daha önce millî bir çizgide nasıl gayrı millî edebiyat öğretilirin örneğini veren MEB’in ilgili birimlerini türlerin tarihini ele alınmasına yönelik kazanımlar belirlemeye davet ediyorum. Hem suya sabuna dokunmayacak hem de memleketin gençlerine biraz faydası olabilecek bu düşüncenin nasıl uygulanabileceğini mevcut program üzerinden gösterdiğim ders planlarımı açıklamalarıyla birlikte çok yakında yine bu siteden yeni bir yazısıyla paylaşmaya başlayacağım…