Güç ve dayanıklılık zihnimizde çoğu zaman yakın anlamlı veya birbirinin yerine kullanılan kavramlar olsa da işin aslı oldukça farklı. 

Türkçede güçlü olan dayanıklı, dayanıklı olan da güçlü olur gibi bir kavram yanılgısı mevcut. 

Güç kelimesinin TDK anlamına bakıldığında kolay olmayan, yapılması, başarılması zor, çetin; büyük çabalar isteyen, ağır ve yorucu emeklerle yapılan açıklamasıyla karşılaşıyoruz. 

Dayanıklılık ise dayanıklı olma durumu, dayanıklılık ve metanet olarak tanımlanmış. 

Yine dilimizde güç yetirmek diye bir deyim var. Bu deyimin kullanıldığı yerde bir şeyin, bir başka bir şeyden kuvvet olarak üstün olduğunu, o şeyin başka bir şeyi kuvvetiyle bastırabildiğini, etkisiz hâle getirebildiğini anlamını çıkarıyoruz. 

O hâlde güç; aslında karşı koymak, belirli bir güce karşı o gücün metod ve yollarına başvurarak cevap verebilme gibi bir anlama karşılık gelmektedir. 

Dayanıklılık ise bir güçten etkilenmeme, veya etkilense bile o güce karşı pasif kalarak, sabrederek cevap verme olarak tanımlanabilir. 

Yani bir kişi, güçlü olduğu için dayanıklı ya da dayanıklı olduğu için güçlü sayılmaz. Güçlü, güce sahip olduğu için güçlüdür. Dayanıklıysa o güce karşı dayanabildiği için dayanıklıdır. Güç, mukavemet gerektirirken dayanıklılıkta bir karşı koyma hâli yoktur. Güç, aktif; dayanıklılık ise pasif bir durumdur. 

Buna göre güç, eril; dayanıklılıksa dişil bir kavramdır. 

Bunu futbola yorumladığımızda atak yapmak, top sürmek, şut atmak, rakip kaleyi abluka altına alabilmek güçlü olmayı gerektirirken rakibin ataklarına karşılık verebilmek, -yani savunma yapmak- top süren hücum oyuncusunu inatla durdurabilmek, gelen şutları savuşturmak, kale önüne otobüsü park edebilmek de dayanıklılık gerektir. 

Eril futbol yorumu, bilinen adıyla geleneksel futbol, pas yapmayı gereksiz ve hatta güçsüzlük olarak görürken modern futbol; pasa, alan açmaya, alan yaratmaya daha çok prim verir. 

Çünkü dişil olmak, aynı zamanda ayrıntıları kurcalamayı ve ayrıntılara odaklanabilmeyi de talep eder. Eril düşünceye sahip birisi için ayrıntılar her zaman gözden kaçırılmaya muhtaçtır. 

Bu doğrultuda geleneksel yaşam tarzı, eril temellere oturtulmuşken modern yaşam tarzı erkekler tarafından kadınlara bakış açısının temele alınmasıyla nispeten dişil temeller üzerine kuruludur. Nihayetinde modernist devrimi gerçekleştirenler erkekler olduğundan bu yeni kültür ortamı bina edilirken erkeklerin kadınlara bakış açısı göz önüne alınmıştır. 

Örneğin Feminizm’i bir grup olarak savunanların -Feminist derneklerden bahsediyorum- Türkiye için sindiremedikleri nokta da budur. Türkiye’de kadın hakları Türk İnkılâbı’nı gerçekleştirenler tarafından kadınlara sunulmuştur. Kadın hakları ile başka sorunlar olsa da bazı gerçeklikten kopmuş feminist dernekler, söylemleriyle Türk İnkılâbı’nı bu hakları almak için mücadele edemediklerinden dolayı soğuk karşılamaktadır çünkü Feminizm’i meşru kılacak olan şey, bir mücadele ortamının olmuş olmasıdır. 

1872 yılında İngiltere ile İskoçya arasında ilk ulusal maç oynanır. İki takımın dizilişi de hücum odaklı olmasına rağmen mutlak favori İngiltere’nin ataklarına karşılık İskoçya, kapanmayı ve pas yapmayı tercih eder. İngiltere’de o yıllarda futbol otoriteleri savunma ve pas yapmayı “kötü” bir diğer deyişle erkek adam olmaya yedirememektedir. Ancak maç, 0-0 biter ve söylenene göre İskoçya, İngiltere’yi hezimete uğratmıştır. İşte bu maçtan sonra İngiliz futboluna savunma ve pas yapmak gibi kavramlar girer. 

Dolayısıyla modern futbol, modernizasyonunu tam olarak sağlayana kadar hücum etmek üzerine kuruludur. 

Modern futbolun başlangıç tarihini vermek de oldukça zordur. Bunun için 1992’de hem Premier League’nin hem Şampiyonlar Ligi’nin kurulması 1992 tarihini öne çıkarsa da, 2003’te Monaco- Porto finalinin ardından Şampiyonlar Ligi formatında yapılan değişiklik, 2008’de Pep Guardiola’nın kuvvetli sağ futbol devrimi de modern futbolun başlangıcı için öne atılan tarihlerdir. Ancak 2021 yılından bakıldığında 2008’e kadar olan tüm gelişmeleri Modern futbolun hazırlık dönemi olarak kabul etmek gerektiğini düşünüyorum. Pek tabiî Pep Guardiola da görev başına gelir gelmez komple bir şeyleri değiştirebilmiş değildir. Bütün bunların bir süreç olarak değerlendirilmesi tarafımızca daha uygun görülmektedir. 

Tabiî ki takımların haftada 1 veya belki 2 maç oynadığı futbolun dinamikleri ile haftada 3 maçın oynanıp bir de üstüne milli takım karşılaşmalarının oynandığı futbolun dinamikleri başka olacaktır. Haftada 1 maç oynayan futbolcu, bütün gücünü o 1 maç için kullanmak durumundadır. Buna göre antrene etme şeklinin de o 1 maçta, futbolcunun tüm gücüyle sahada olması için olmalıdır. 

Her ne kadar insanın sınırsız potansiyelinden bahsetsek de hayatımızı çevreleyen fizik kanunları, psikolojik olarak ufkumuzu açan bu durumun gerçeklikte pek de mümkün olmadığını söylemektedir. Modern futbolda tempoyu, yetenekli oyuncular değil sistem belirlemektir. Dolayısıyla futbolun, futbolculardan talep ettiği de bu tempoya dayanabilmektedir. Futbol; artık saha dışında planlanan, gücü olmayanların güç istencini ortaya koyduğu bir spor hâline geldi. 

Kimden iyi teknik direktör olur diye bir yargıda bulunmamız doğru değil ama başarılı teknik adamların büyük bir çoğunluğunun iyi birer futbolcu olmadıkları ortadadır. Mourinho, henüz 24 yaşında kendisine kulüp bulamamıştır. Guardiola’nın aslında iyi giden kariyeri birden düşüşe geçmiştir. Bielsa, doğru dürüst futbol bile oynayamamıştır. Klopp, pek de parlak olmayan bir sağ bekti. Tuchel için de benzer şeyler söylenebilir. Hatta Sergen Yalçın’ın bugün bu kadar başarıya aç olması, belki de çok parlak geçirebileceği kariyerini beklenen noktaya çıkarmamasıdır. 

Modern futbol, futbolculardan artan maç temposuna ve sayısına, kamuoyunun, teknik adamların, taraftarın beklentilerine dayanabilecek futbolcu yetiştirilmesini istiyor. Artık toprak sahalarda antrenman yapmak zorunda kaldığı için kuvvetli olan futbolcular yok. Bunun yerine futbolcular, darbelere daha dayanıklı olabilmek için pozitif bilimin ışığında hangi bölgesini ne kadar çalıştırması gerekiyorsa o kadar çalıştırıyor. Futbol, artık bir güç yetirme oyunu değil bilakis bir metanet oyunu. 

Futbolcuların sabırlı olması için de elbette taraftarın sabırlı olması gerekiyor. Harika bir başlangıçla ilk 20 dakika bütün enerjisini kaybeden takımların, modern futbolda hiçbir işi yok. Buna göre geleneksel futbolun argümanları oyunu domine etme, ilk 20 dakika hızlı başlayarak skoru elde etme artık rafa kaldırıldı. 

Bu yüzden sosyolojik bir mesele olarak futbol, Türk teknik adamların “Malzemecisinden, masörüne” olarak sarf ettikleri gibi bir kenetlenmeyle mümkün oluyor. 

Ülke kültüründe derin hastalıklar barındıran, hayata bakışında berraklık bulunmayan taraftarların olduğu bir takımın, takım olma ihtimali bulunmadığından başarılı olma ihtimali de yoktur. Her şeyden önce bir başarı beklentisi oluşturan taraftar grubunun önce anlayışa, sevgi ve hoşgörüye ihtiyacı vardır. 

Sistem, birçok çarktan meydana gelir. Taraftarlar da futbol sisteminin çarklarını döndürmekle yükümlüdür. Taraftar olmazsa futbol, bu kadar sosyal bir oyun olmaz. Bu kadar sosyal bir oyun olmazsa da üzerine bu kadar konuşulmaz. Son yıllarda küçük Avrupa ülkelerinin futbollarının yükselişe geçmesinin en temel sebebi de bahsettiğimiz bu konu. Yine 2000’li yıllara oldukça güçlü giren Türkiye, Yunanistan, Rusya gibi ülkelerin futbolunun düşüşe geçmesinin de…

Taraftar demek, potansiyel yönetici, futbolcu, masör, malzemeci demek. Dolayısıyla modern futbolun dinamiği sabır üzerine kurulmuşken ülke olarak çuvaldızı kendimize batırmaktan başka çaremiz yoktur. 

Yoksa güçlü olduğumuz konusuna gerçekten kimsenin şüphesi yok…