“Kız ben sana demedim mi karşiki dağlar cenderme; helva yapsana, gaza bassana, goller atsana” gibi ilginç aforizmaların sahibi Mahmut Tuncer’in “Ay Em Sori” türküsünün Türk kültüründe apayrı bir yeri vardır.
“Ay Em Sori“nin üzerinde durulmasını elzem kılansa devrinde benzer parçaların bestelenmiş olmasıdır. Ferdi Tayfur’a benzeyen sesiyle dikkat çeken arabesk müzik sanatçısı Durmuş Çiğdem’in “Şiki Şiki Baba” ile Ümit Besen’in “I Love U” eserleri bunlara örnektir.
Durmuş Çiğdem, arabesk -arap+esk, arap tarzı anlamına gelir.- müzik sanatçısı olarak Arapça bir yabancı söz öbeği kullanmak durumundaydı. Ümit Besen, piyano çaldığı için İngilizce nakarat söylemesi gerekirdi.
Benzer bir duruma İtalyanların ünlü sanatçısı Andrea Bocelli’de de rastlayabiliriz. Bocelli’nin en bilinen parçalarından Time To Say Goodbye, I Found My Love in Portofino, Can’t Help Falling in Love İngilizce- İtalyanca çift dilli eserlerdir.
Yine Eurovision 2016 birincisi Jamala’nın 1944 adlı parçası bu türden şarkılara örnektir.
Klasik edebiyatımızda Arapça veya Farsça ile Türkçe iki dilli şiirler yazılmıştır. Bu şiirler genellikle bir beyit Türkçe, bir beyit Arapça veya Farsçadır. Bu şiirlerin yazılma amacı şairin yabancı dilde de şiir söyleyebildiğini ispatlamasıdır. Bu tür şiirlere mülemma denmiştir.
Mülemmanın Türk halk edebiyatına yansımasıysa fıkralarda görülmüştür. Birçok fıkrada, komiği oluşturmak adına yabancı dilden yararlanılmıştır.
Dolayısıyla Mahmut Tuncer’in de “Ay Em Sori” demesinin nedeni, türküde komiği oluşturabilmektir.
Fuat Köprülü, halk şiirinin ezgilere sahip olduğunu ancak halk şiirinin değerlendirilirken ezgilerine yeterli önemin verilmemesine temas eder. Bir halk türküsünü incelerken yalnızca yazar ve eseri olarak değil ezgisini ve dinleyicisi de ele almak gerekir.
90’lı yıllar, taşradan merkeze göçün yoğunlaştığı ve diğer yandan Amerikan kültürünün dünyaya hızla yayıldığı bir dönemdir. Basın- yayın faaliyet alanını genişletmiş ve Kapitalizm’in yaygınlaşmasıyla kırsal kesimdeki halk da dünyaya yakınlaşmaya başlamıştır. Bu değişim; Batıcı ve modern kesmi daha çok Batı’ya yaklaştırırken muhafazakâr kesmi, daha çok içine kapanmaya, siyasallaşmaya ve radikalleşmeye itmiştir. 1980 öncesinde içi yanlış argümanlarla doldurulan, 80 darbesinden sonraysa tüm argümanlarından arındırılmasıyla Türk siyasetinde siyasal islamın gelişip yaygınlaşacağı bir ortam oluşmuş oldu. Büyük kitleler, siyasal islam düşüncesi altında hem dünya görüşünü olgunlaştırdı hem de bir kimlik buldu.
Bu kimlikte Batı toptan reddedilirken Batı’yla ilişkilendirilen her şey alay konusu olacaktır. Bu bağlamda gelişmek, ilerlemek, Batılılar gibi rahat olmak, keyfine bakmak zinhar kaçınılması gereken davranışlardır. Entellik, ince davranış göstermek yine bu kültürün olumsuz olarak kodladığı davranışlardandır.
Bu çatışma üzerine ilk düşündüğümde üniversitenin ikinci sınıfındaydım. O zamanlar kendi başıma İngilizce çalışıyordum. Metro beklerken bir yabancı turist yanıma gelip bir şeyler sormuştu. Ben de dilim döndüğünce cevap vermiştim. Turist, iyi giyimli ve fiziği de oldukça düzgün, uzun boylu bir kadındı. O gün o kadının bana yaklaşımından, aurasından çok hoşnut kalmıştım. Hayata bambaşka bir açıdan, çok daha sağlıklı bir şekilde baktığı hâlinden okunuyordu. Türkler neden böyle değil diye sorgulamaya başlamıştım. Başıma gelen bu olayı, heyecanla bir arkadaşıma anlattım. Arkadaşım tutucu sayılmamakla birlikte muhazakâr bir görüşe sahipti. Ne dese beğenirsiniz: “Onlar bu dünyada mutlu oluyorlar ama öbür dünyada cennete biz kavuşacaklar. Biz Müslümanlar, Allah’ın rızasını kazanmak için bu dünyada mutlu olamayız.”
Hayata dair her şeyden umudunu kesmiş, hayattan nefret eden bir insan grubuyla aynı havayı soluyoruz. Öyleki Türk muhafazakârlığının önemli bir bölümü, nefret, bu nefretin önemli bir bölümü de Batı’dan nefret etmek üzerine kurulu.
Mahmut Tuncer, Batı’ya karşı oluşunu çok daha eğlenceli bir şekilde anlatmış, o kadar. Buradaki anlamamaktan kaynaklanan nefret duygusu, İngilizce bir söz öbeği kullanılarak alaya çevrilmiştir.
Mahmut Tuncer, bu ülkenin gerçek sahibi olarak kendisini görmektedir ki kısmen haklıdır da. Mahmut Tuncer, dedelerinin zamanında Avrupa’ya diz çöktürdüğünü düşünmektedir ki bunda da kısmen haklıdır. Mahmut Tuncer, kendini Necip Fazıl’ın deyimiyle öz yurdunda garip, öz yurdunda parya hissetmektedir. Sultanahmet Meydanı’na indiğinde Türkçe konuşamamaktadır. Dört bir yanda yabancı turistler gezmektedir ki burada ne Türkçeye ne de Türk’e dair hiçbir şey yoktur.
Türkünün sözlerinin anlamlı olduğu söylenemez. Türkünün bu kadar çok sevilmesinin nedeni, hem hareketli olması hem de o dönem birçok Türk’ün karşılaştığı bir sorunu mizahî bir dille ele alabilmiş olmasıdır.
Alman, Frans, İngiliz lo nedir ortak diliniz İskuzmiden anlamam lo ben bilmem ne dedinizTürkünün buram buram Anadolu koktuğunu henüz ilk mısradaki lo‘dan zaten anlıyoruz. Mahmut Tuncer, türküye Batı kültürüne karşı yabancılığını, “iskuzmiden anlamam” diyerek ifade etmektedir. Yugo, isveç, ‘Amarikan’, lo
Başında fötr şapka
Altında bir pantolon, lo
Arkada levi’s marka
Burada Levi’s markasını telaffuz ederek herhalde Batı’nın diline yabancı olduğu gibi giyimine de yabancı olma konusunu işlemiş olmalıdır.
Sterlin, mark, dolar İnşallah bir gün solar
Gene düşmüş bu lira, lo
Hele verin bir bira
Bugün Türk siyasetinde “Dolar, dolsa da olur dolmasa da olur.” diyenlerin zihniyetiyle Mahmut Tuncer’in “Gene düşmüş bu lira, lo” zihniyeti aynıdır. İşte türküleri tanımak, Türk sosyolojisini tanımak demektir. Döviz sorununa karşı verilen tepki, 30 yıl önce de bugün de aynıdır. Türk toplumu, geçen 30 yıl öncesinde kültürel anlamda, bırakın bir arpa boyu yol almayı, geriye gitmiştir. Evet, sosyoloji çok zor değişir ancak ne halkın ne de entelektüel kesmin bu sosyolojiyi değiştirmek adına bir çabası yoktur. Aksine Türkiye, evrensel yanlışları kendi doğruları olarak kabul etmiş ve buna da Türk toplumunun dinamikleri adını vermiştir.
I am sorry ne sorry güzelim siye ne olii
Dü dü düttüri herkes malı götüri
Dü dü düttüri millet malı götüri Buradaysa ilk mısrada “sie ne olii” diyerek herhâlde Türk siyasetinde çok karşılaştığımız haddinizi bilin çıkışı yapmış olmalıdır. Çünkü başka bir anlam çıkaramıyorum. Hele dü dü düttüri için hiçbir şey söyleyemeyeceğim. Millet malı götüri ise çok çok uçuk bir şey gibi görünüyor. Ama eğer dü dü düttiri’den sonra anlamlı bir şey söylemek mümkün oluyorsa 90’lardan sonra ülkeye gelen yabancı markalarla birlikte pazarın çeşitlenmesi kastediliyor olabilir. Bu çeşitlilik elbette bir ucuzluğu da getirecek, bu da insanların alışveriş yapmasına neden olacaktır. Belki Levi’s markasının zikredilmesi de buna işaret ediyor olabilir. Avrupa’da Bocelli, Jamala gibi sanatçılar İngilizceyi, evrensele ulaşmak için kullanırken Mahmut Tuncer evrenselden uzaklaşmak ve asla uyum sağlanamayan üst kültürle dalga geçmek için kullanmıştır. Prof. Dr. Dursun Yıldırım’ın Dede Korkud’tan Ozan Barış’a Dönüşüm adlı makalesi, halk türkülerine bakış açımızı zenginleştirecek önemli bir kaynaktır. Lisans yıllarımda Halk Edebiyatı dersi hocam Mehmet Aça, derslerinde Âşık Veysel gibi bir değeri kullanamadığımızdan, dünyaya pazarlayamadığımızdan bahsediyordu. Elbette Türk milletinin modern ozanı, Mahmut Tuncer değildir ama Barış Manço’nun da modern bir ozan olarak ne kadar anlaşıldığı şu anki hakim kültüre baktığımızda ortadadır. İtalya’da düzenlenen 2020 Dünya Kupası’nın açılışını Andrea Bocelli yapmıştı. İtalya, Berlusconi’nin ardından yeni yeni sağlıklı bir devlet olmaya başlamıştır. İtalya’da bir medya imparatorluğuna sahip olunan Berlusconi, siyasi hayatına gücünü siyasi çıkarları uğruna kullanmaktan çekinmemiştir.
2012’de İtalya’nın finalde İspanya’ya kaybetmesi de böyle yorumlanmalıdır. Berlusconi gibi bir liderle İtalya, Avrupa şampiyonu olsa da bir anlam ifade etmezdi. Tıpkı İnter’in 2010’da Şampiyonlar Ligi şampiyonu olmasının bir anlam ifade etmemesi gibi.
Başarı ancak sürekli olduğunda değerlidir. Başarıda süreklilik de kuvvetli ve sağlıklı bir sosyolojiyle mümkündür. Her kavim, birbirine karışır ve her kültür de birbirinden etkilenir. Doğal olan budur. Aksi ancak dağ milletlerinde görülür. Bu da ne ırken ne de harsen sağlıklı bir durumdur. Dolayısıyla Türkiye’nin konumu itibariyle de Doğu’nun ve Batı’nın değerleriyle barışması, kültürleri olduğu gibi kabul etmesi ve “yabanîliğini” üzerinden atması gerekmektedir.