Edebiyata henüz merak salmaya başladığımda önce bir derginin hatırı sayılır bir yazarı olmayı, daha sonra da yazılarımı özgürce yayımlayabileceğim bir dergi sahibi olmayı istiyordum.
Hayatımda işlediğim en büyük günah, Istanbul’a gidene kadar kendimi gelişmeye ve yenilenmeye kapatmamdı. Yaşadığım bölgede imkânlarımın kısıtlı olduğunun farkındaydım ama ben coğrafyayı bir kader olarak görmüyordum, yaşadığım coğrafyaya küsmüştüm.
Pek tabiî hayallerim de gerçek algısından kopuktu. Kafama göre bir dünya yaratmış ve kendimi dış dünyanın da kafamdaki gibi olduğuna inandırmıştım. Ne zaman gerçeğin sert, benimse hayatla henüz tanışmamış yumuşak yanım birbirine değse yarattığım o dünyaya sığınıyordum.
Edebiyatçı olmak, gerçeklikten kopuk değildi elbet. Edebiyatçı olmanın bir mahzuru da yoktu elbet. Mahzur benim edebiyatçıya olmaya yüklediğim anlamdaydı elbet.
Bugün geriye dönüp baktığımda keşke öyle düşünmeseymişim demiyorum. Edebiyatın bana kattıklarını anlatmak istesem işin içinde asla çıkamam.
Sorun elbette dergi çıkarmak, dergi çıkarmayı istemek de değil elbet.
O zamanlar dergi işlerinden bir ek gelir elde edebileceğimi düşünüyordum. Dergide çalışacak, yazacak kalifiye elemanların çok kolay bulunabileceğini sanıyordum. Hatta ben dergiciliği ve edebiyatçılığı bayağı bayağı kebap bir meslek olarak yerleştirmişim zihnime.
Dergi çıkarmak, bir dergide yazmak faydalıdır tabii ki. Maksat; bir gruba âit olmak, bir yerlerde bulunup keyifli vakit geçirmek, bir şeyler paylaşmak olmalı. Edebiyat da bu tür şeyler için “pek zararsız” bir şey. Hatta fazla zararsız ama olsun.. Sonuçta herkesin zevkleri başka başka…
İstanbul’da olduğum sürece çeşitli dergi ortamlarında bulundum. Sağ dergilere de gittim, sol dergilere de. Hiçbirinin ortamından da memnun kalmadım. Bu yerler bana fazla dingin ve fazla kibarcık geldi. Ne solcuların ne sağcıların arasında barınabildim.
İstanbul’a gitmeden önce epeyi şiir biriktirmiştim üniversiteye geçince yayımlarım diye. O dönem düz yazıyı hep üvey evlat gibi görsem de epeyi düz yazım da vardı. İstanbul’a gider gitmez dergi aramaya koyuldum. Kimi dergileri ben beğenmedim kimi dergiler de beni. Kimi zaman ikimiz de birbirimizi beğenmedik.
Yazılarımı veya şiirlerimi gönderdiğim dergilerin bazıları beni politik buldu. Kendileri ya aşırı sağı ya da aşırı solu temsil etmelerine rağmen bana politik içeriğe sahip eserleri yollamadıklarını bildirdiler.
Kimi editörler yazımı kırpmaya, değiştirmeye çalıştı. Ancak belirli şartları yerine getirirsem yazımı yayımlayacaklarını belirttiler. Sözcük seçimine bile karışan dergiler vardı.
Bazı dergilerde grup içi çatışmalar çok oluyordu. Teşhis ne kadar doğrudur bilemem ama “sanatçı egosu” denen bir şeyin olduğu gerçek. Sürekli birbiriyle kavga eden, birbirine hakaret eden yazarlar vardı.
Edebiyatçılar, tarihçilerden sonra gördüğüm en kapalı zümre. Gelişmeyi reddeden, kendisinden korkan, potansiyelini görmezden gelen veya kendini dünyanın merkezinde ya da dünyanın merkezini bulunduğu yerde sanan insanlar edebiyata yöneliyor. Edebiyat ortamları, herkesin birbirini ya kıyasıya övdüğü ya da eleştirmekten de öte hakaret ettiği yerler.
Tam artık bu ortamlardan elimi eteğimi çektim demişken birkaç arkadaşımın çabaları nihayete erdi ve dergi çıkarmaya muvaffak oldular. Bunlardan ikisi fanzindi. Bir diğeri de bildiğim kadarıyla yalnızca 1 sayı çıkarılabilecek resmi bir dergiydi. Derginin ilk sayısını çıkarmak için 6 ay beklemiştim. İkinci sayının da çıkması için bir 6 ay daha beklemiştim ki grup içi çatışmalardan rahatsız olup o dergiden de ayrıldım. Bu süreçte dergi çıkarmak adına birçok kazanımı da cebime koymuştum.
Fanzinler zaten Marmara A.Ş. olduğundan kendimden çok fazla bir şey talep etmiyordu. Araya pandeminin girmesiyle bir tanesi yayın hayatına e-dergi olarak devam etti.
Şahsen ben dergi okumayı da evimde dergi biriktirmeyi de sevmiyorum. Dergi takip etmek, bunları saklamak, bir de üzerine konuşmak bana göre değil. Birçok insanın durumunun da bu olduğunu düşünüyorum. Türkiye’de insanların birçoğu temel ihtiyaçlarını karşılayamıyor ki üstüne bir de dergi alsın, sanatı desteklesin. Kitaplar bile bu fiyattayken dergi, fazla lüks bir şey. O yüzden kimse dergi almayı, dergi takip etmeyi sevmiyor.
Tabiî derginin de artık bir dönüşüm sürecine girmesi gerekiyor. Bu yüzden ücretsiz olarak erişime sunulan dijital dergilerin önemsenmesi gerektiğini düşünüyorum. Hatta dergiler ivedilikle dijitale geçmeli. Hem masrafı da az olur.
Nitekim son yıllarda birkaç arkadaşın veya bir grubun birleşerek bir isim altında internet sitesi açıp yayın yapması da oldukça revaçta. Zaman buldukça takip ettiğim internet siteleri de var. Bana sorarsanız aktif kullansın veya kullanmasın herkesin bir kişisel blogu olmalı. Google da Blogger’u teşvik etse, dönüp biraz yüzüne baksa eminim ki İnstagram’dan da Facebook’tan da Twitter’dan da daha aktif ve işlevsel kullanılan bir sosyal medya platformu oluşturmuş olur. İnsanın yeteneklerinin sergilendiğinde güzel olduğuna inanıyorum. Böyle şeyler hayatımıza renk katar.
Gerçekten tutunabilen dergilerin, derginin mesarifini ya da israf edilen ağaçları düşündüğü yok. Düşünmek dahi istemezler çünkü onları fonlayan dernek, kurum, kuruluş sayısı oldukça fazla. Bu, sağ kanattaki dergiler için çok daha geçerli bir durum.
Sol taraftaki dergilerse halka oynama adına kitleye oynadıkları için hiçbir şey kazanamasale bile afişlerle, posterlerle işlerini görebiliyorlar.
Dergi çıkarmak zahmetli bir iş. Edebiyat tarihi okunduğunda dergi çıkarmak, pek popüler bir şeymiş gibi de görünebilir. Edebiyat tarihleri genelde ilerlemeci bir yöntemle yazıldığından edebiyatı olduğundan daha dinamik algılamanız oldukça doğal.
Eskiden büyük kitlelere ulaşmanın en önemli yoluydu dergide yazmak. Söz, tek yol olduğu için önem arz ediyordu. Oysa şimdi bireyin kendisini ifade edebilmesi için farklı araçlar ve yöntemler var. Dolayısıyla tek ilgi odağı dergiler değil. Hatta bu yeni yollar ve yömtemler, yazmaya ve okumaya göre daha eğlenceli olduğundan dergiler ve kitaplar algoritmada oldukça geriye düşmüş durumda. Eskiden bir kitap yazarak bir devrim yapmak mümkündü. Şimdiyse bir tweet atarak devrim yapmak mümkün. Ancak önemli olan o tweeti kimin attığı.
Dünya elbette sürekli değişmek zorunda. Buna göre kurumlar, kuruluşlar, uğraşılar da bu değişime ayak uydurmak zorunda.
Edebiyat ve edebiyatçıların bu kadar muhafazakâr kaldığı bir ortamda dergilerin bu değişime ayak uydurması konusunda kafamda ciddi soru işaretleri var.
Ancak bu değişimi kabul etmeyen, modern dünyaya uyum sağlayamamış insanlar da mutlaka var olacaktır. Bence yeni modern bu dünyada edebiyat, ya modern dünyaya uyum sağlayamamış ya da modern dünyaya fazla uyum sağladığı için acı çeken insanların sığınacağı bir nesne oldu.
Bu da bir başka yazının konusu olsun…