Ülkemizde aydın sınıfının, yüzü Batı’ya dönük ve yüzünü Batı’dan çeviren olmak üzere iki gruptan oluştuğu söyleniyor.
Öncelikle memletimizde ortada ben aydınım diye gezenlerin hiçbiri gerçek anlamda aydın değil. Ülkenin gerçek aydınları, toplumdan kendini soyutlamış şekilde tek başına bir şeyler yapmaya çalışan, bir şeyleri değiştirmek için çaba sarf eden bir avuç insan. Onlar Ahmet’tir veya Mehmet’tir, hiç önemli değil. Zaten aydın oldukları, aydın kaldıkları için bir makam veya mevkiyle ödüllendirilmemişlerdir.
İkincisiyse aydınlanma –renaissance- Batı’da vuku bulduğundan ve Batı’ya özgü bir şey olduğundan Türkiye’de aydın yoktur. Münevver kelimesini kullanmak da bu Batı’ya özgülükten sıyrılmamızı sağlamaz.
Mesele zaten tam da burada kopuyor. Batı, kendi topraklarında aydınlanma denilen bu atılımı gerçekleştirebildiği için Doğu’yu geride bırakmayı başarabiliyor. Evet, belki birçok şeyin kaynağı Doğu coğrafyasındaydı. Evet, belki Batı, birçok şeyi Doğu’dan almıştı. Ancak dikkatinizi çekmek isterim, Doğu’da Renaissance gibi teşkilatlı bir olay yoktur. İşte bu teşkilatı, bu kurumsallaşmayı sağlayabildiği için Batı’da ortaya çıkan bu olaya aydınlanma adını veriyoruz.
Aydınlanma, yine Türkiye’de birilerinin iddia ettiği dine karşı bir hareket de değildir. Aksine aydınlanma, Katolik kilisesinin skolastik zihniyetine karşı bir harekettir. Ayrıca aydınlanma denilen olay, yeni Avrupa medeniyetinin tarihi de kilisenin tarihinden ayrı düşünülemez. Kilise; iyi veya kötü, doğru veya yanlış, aydınlanmayı büyük bir şekilde etkilemiştir.
Elbette medeniyet, hep ileriye veya geriye doğru bir ilerleme göstermez. Bu süreçte Batı’nın hep ileriye, Doğu’nun da hep geriye gittiği gibi bir algı da yanlıştır. Ancak Doğu, küçük birkaç teşebbüs hariç (Kemâlizm, Meiji Restorasyonu) kendi aydınlanmasını çıkarabilmiş değildir. Batı, kurumsallaşmasını tamamlamış ve artık bu kurumsallaşmanın zararlarıyla karşı karşıya kalma dönemine gelmişken Doğu, kurumsallaşmanın çok gerisinde kalmıştır. Mesela bugün Doğu’nun teknoloji alanındaki ilerlemeleri münferit birer teşebbüsten başka bir şey değildir. Çünkü ortada bir sistem, bir düşünsel alt yapı yoktur. Bugün iktidarın, teknolojiye yatırım yapıyor olması yarın da yatırım yapacağı anlamına gelmez. Veya yarın hükûmet değiştiğinde, rejim farklılaştığında bu ilerlemenin sürmesinin garantisi yoktur. Bu garantörlük, yalnızca kurumsallaşmadadır.
Ayrıca mesela benim gibi sosyal bilimlerde kalem oynatanlar için Japonya, Hindistan, Katar, Güney Kore akademilerinin bir kıymet-i harbiyesi yoktur. O akademilerden global düşünenlerin İngilizce yazıyor olması gerekir. Çünkü sosyal bilimlerde, çok kadim bir geçmişe sahip olan Doğu toplumlarında Oksidantalizm ve türevleri hariç en ufak bir kıpırdanma yok.
Medenî olmanın iki şartı vardır: Birinci şart, yazıdır. Bir millet hem okur hem de yazar değilse medenî değildir. İkinci şart ise tenkittir. Bir medeniyet, ancak tenkit yoluyla devingen olabilir. Hangi Orta Doğu veya Asya toplumunda tenkidin olduğunu iddia edebiliriz? Mesela Türkiye’de tenkit var mıdır? Düşünce suçlusu kavramının olduğu bir ülkede tenkitten bahsedilebilir mi?
Mesela Cemil Meriç “Işık, Doğu’dan Gelir” diyor. Pekiyi, Doğu, bu ışığı nereden almıştır? Antik Yunan’dan. Antik Yunan nereden almıştır? Mezopotamya’dan. Mezopotamya nereden almıştır? Bir teoriye göre Orta Asya’dan. Orta Asya nereden almıştır? Cevap yok. O hâlde medeniyet denilen şey, Orta Asya’da mı icat edilmiştir? Bir yerlerde toplumlar, yazıyı kullanma ihtiyacı hissetmişler. Tarihî veriler, bunun ilk olarak nerede olduğunu saptamamız için yeterli değil. Ancak bu az tarihî ve tarih öncesi verileri, ön kabulümüze göre istediğimiz yere çekebiliriz. Bu da bizi, sorunun nereden kaynaklandığına götürür.
O hâlde Türkiye’de bir yazar, her şeyden önce ya Doğucudur ya da Batıcı! O hâlde Türkiye’de bir yazar her şeyden önce bir fikre, bir medeniyet fikrine, sahiptir. Bunun doğruluğu veya yanlışlığı da “Işık Doğu’dan Gelir” argümanında olduğu gibi yazarın eserlerini doğrudan ilgilendirir.
Her metnin, bir düşünsel alt yapısı vardır. Yazmak, insanî bir eylemdir. Dolayısıyla yazar, “yazarak” insanlaşır. Bir yazar için her yeni yazı, kendini yeniden keşfetmektir. Bu da bizi hümanizmaya götürür. Yani bugünkü anlamında yazmak, modern bir eylemdir. İnsan, yalnızca yazmak suretiyle bile Batıcı olabilir. Batı ile ilgili söylenen her asılsız iddia, kötü yorum veya dilek, Batı medeniyetine bir tuğla daha koyar. Çünkü Doğulular, Batı’yı da kendileri gibi sanıyor. Batı medeniyetine çamur atarak, ondan yeterince kötü bahsederek bir toplumu yok edebileceklerini düşünüyorlar. Ancak bir sistem sahibi olmak, bu tür dezenformasyonlara karşı bağışıklık kazanmak anlamına geliyor. Bir sistemi olmayan ve sistem sahibi olmaya direnen Doğu insanları bunu anlamamaya da ısrar ediyor.
O hâlde bir metni, edebî metin yapacak olan şey sanatsallıktır. Bunu edebiyat anlamında düşündüğümüzde edebîlik deriz. İyi bir edebiyat metni, edebîdir. Ancak iyi bir metin, bir düşünceyi hâizdir. Dolayısıyla edebiyat eseri, iyi bir düşünsel alt yapıya sahip, sanatsal yönden de zengin metinler olmalıdır. Sırf bir tez veya önerme verilecek diye sanat, bir kenara bırakılmamalıdır. Sırf sanat yapmak için de fikrî temelden de uzaklaşılmamalıdır. Çünkü fikir, temeldir.
Sanatçılar, toplumları aşmış kimselerdir. Sanatçı, bir topluma sempati veya antipati ile bakmaz, bakmamalıdır. Kendini yalnız hissetmeyen insan sanatla uğraşmaz. Çünkü hissedebilmiştir o. Bunca yalnızlık da bir topluma saplantılı olmak için çekilmemiştir.
Sanatçılar toplumları aşmış kimseler iseler toplumlara yol göstermeleri, acılarını dindirmeye çalışmaları gerekmez mi? O hâlde okuyucusunun acılarını çoğaltmaktan başka hiçbir işe yaramayan edebî eserlerin sanatla hiçbir ilgisi bulunmamaktadır. Sanatçılar artık toplumları aşacak seviyeye ulaşamıyorsa ortaya çıkan şeye, bir sanat eseri demek mümkün müdür?
İnsan, insandır. İnsanların değil toplumların aşılması gerekir. Toplumları aşmış kimselerin, toplumları aşamamış kimselere karşı bir borcu vardır. Sanatçının sorumluluğu da buradadır. Yoksa sanatçı, dünyaya acı pezevenkliği yapmak için gelmemiştir.
Sanatçılar toplumları aşmış kimseler olduğundan sanatçının Doğucusu ya da Batıcısı da olmaz. Yazar, medenîdir. Sanatını ancak medenî bir toplumda yapabilir. O hâlde bu sanatın devamı için medeniyet şarttır. Bu durumda yazar da medeniyetçi olmak durumundadır. Yüzünü Batı’ya dönmüş veya Batı’dan yüzünü dönmüş aydın olmayacağı gibi Doğucu veya Batıcı bir yazar da olamaz.
Yazarın işi, bu soruna taraf olmak, ideolojik bir saplantı içerisinde olmak değil toplumların sorunlarına çözümler sunabilmek, içinden çıktığı toplumu teskin edebilmektir.
Didem Madak, Ahlar Ağacı şiirinde şöyle söylüyor:
Bir Arap şairi şöyle söylemiş savaşta yenilen halkına
Ağlamayın, ağlamayın, acınız azalır
Bu Arap şairi savaşta acı çeken halkına ama doğru ama yanlış bir çözüm sunabilmiş, içinde bulunduğu toplumu teskin edebilmiştir. Yunus Emre’nin “Söz Ola Kese Savaşı” bu kabildendir. Üstelik bu, estetiğin önüne geçecek bir şey değildir. Aksine estetik olmak, fikirselliği pekiştirir. Estetik, fikre karşı değildir. Duygular ve düşünceler zıt değildir. Aksine duygu, (motiv) düşünceyi canlandırıcı ve harekete geçirici bir şeydir. Motive olmak buradan gelir ve doğrudan doğruya duygularla ilgilidir. Recaizâde Mahmud Ekrem’in:
Nasıl çıldırmadım hayretteyim hâlâ sevincimden
Ağzından seni sevdim sözün gûş ettiğim demler
beytinde fikrin, estetik üzerine nasıl yedirildiğini açık açık görüyoruz. Recaizade’ye göre aşk, iki kişi arasında yaşanmaktadır. İkisi de birbirine bir şeyler hissetmektedir. Sonunda biri, cesaret edip sevdiğini söylemiştir. Bundan ortaya çıkan sevinç de insanı deli edecek derecededir.
Mesela Ekrem “Sen elmayı seviyorsun diye elmanın da seni sevmesi şart mı?” diye sormamaktadır. Ekrem’in aşk anlayışı, sevgiliyi bir elma ile bir tutmamaktadır. Yine Müzeyyen Senar, “Fikrimin İnce Gülü” diye şakımamış mıdır? Hayata bakış açımız aşka, aşka bakış açımız hayata olan bakış açımızı etkiler. Sonuçta hayata bir fikir çerçevesinden bakarız. Bu fikir, nasıl seveceğimizi veya neyi sevip neyi sevmeyeceğimizi belirler.
Yazarlık, emek verilince olunabilecek bir şeydir ancak bu da yazarın topluma karşı bir sorumluluğu olmadığı anlamına gelmez. Sanatçı olmak, yazarlığın ileri boyutudur. Bu yüzden her yazar, sanatçı değildir. Her edebî metin yazarı da sanatçı değildir.
Bir edebî eser, önce bir fikre sahip olmalıdır. Estetik, daha sonra okurların ve uzmanların değerlendireceği bir meseledir.