Türkiye’yi bir Avrupa tarihi veya Doğu medeniyetinin sınırları içerisinde değerlendiremiyoruz. Tanzimat’tan beri yaygın görüş, Türkiye’nin Doğu ile Batı arasında bir köprü olduğu ve bunu koruması gerektiğidir.
Buna elbette itiraz gelecektir. İşte toplum olarak önemli bir meselemiz de Tanzimat’tan beri ne olduğumuz konusunda bir uzlaşıya varmış olamamamızdır. Türkiye’nin önemli ama kendine has bir kimlik buhranı vardır ve bu kimlik buhranı başka sebeplere de yol açmaktadır.
Örneğin aynı kimlik buhranı, bugün AKP iktidarıyla birlikte devletin resmi ideolojisinin de değişmesine sebep olmaktadır. Bu ideoloji, Türkiye’yi bugüne dek bağlantı kurduğu bir dünyadan alıp başka bir dünyayla entegre olmaya zorlamaktadır.
Her şey ekonomiktir ve ekonomik olan her şey de politiktir. Türkiye, gerçek anlamda hiçbir zaman bir refah ülkesi olmadı. Örneğin Türkiye’de 2010 yılında net asgari ücret, 518,58 kuruştu. Bu, o zamanki kurla 345.72$’a denk geliyor. Bugün asgarî ücret 4250 lira ve bu da bugünkü kurla 247$ demek.
Türkiye’de insanların kırsalda yaşadığı, tarımsal üretim maliyetinin “ucuz” olduğu, insanların bahçesini ekebildiği, kapısında tavuk, ahırında inek bakabildiği yıllarda bile insanlar ciddi bir beslenme sorunu yaşamışken apartmanlarda yaşayan hazır tüketmeye mahkûm insanların beslenme sorunu olmadığını iddia etmek gülünçtür. Birçok fiziksel veya nörolojik hastalık, dengesiz ve yetersiz beslenmenin sonucudur. Temel fizyolojik ihtiyaçların ne kadar karşılanabildiği, insanın hayata karşı geliştirdiği tutumu etkiler. Beslenemeyen insan, hayata olumlu bir bakış açısıyla bakamaz. Olumlu bakamazsa olumlu düşünemez. Olumlu düşünemezse de olumlu bir hayat süremez.
Dünyanın hiçbir yerinde Türkiye’deki kayıp arama programlarının muadili bir programa rastlamak mümkün değil. Dünyanın hiçbir yerinde demokrasinin bu kadar zikredildiği ancak belirli bir sınıfın işine gelindiği şekilde uygulandığı bir ülke de yok. Hiçbir ülke, her alanda bizim kadar istikrarlı bir şekilde sürekli küme düşmedi. Hiçbir ülkede işler çok kötü gitmesine rağmen insanları her şeyin iyiye gittiği yönünde bu kadar manipüle etmeye çalışmadılar. Hiçbir ülke, bu kadar kaynağa ve güce sahip olmasına rağmen bu kadar fakir olmadı.
Biz, yetersizliklerimizle kendimize özgüyüz. O kadar beceriksiziz ki ne yeni bir şey üretebiliyoruz ne de var olan bir şeyi kullanabiliyoruz. Bizi, biz yapan o çok övündüğümüz şeyler, aslında beceriksizliklerimiz. En iyi olduğumuz dönem, özelleştirme politikaları ve dünyadaki ekonomik büyümeye bağlı olarak gelişmekte olan ülkelere olan para akışını “yalnızca bir dönem” iyi yönetmemiz sayesindeydi.
Ülkemizin acı tecrübeleri, insanları gün geçtikçe her şeyin daha kötü olacağına inandırmış durumda. Bunun dinde de kıyamet alâmeti şeklinde karşılık bulması bu inancı güçlendiriyor. Her şeyin kötüye gideceğine inanılan bir toplumda insanlar, kendi paçalarını kurtarmak için birtakım yollara başvurmak zorunda kalırlar. İşi kitabına uydurabilen zenginler için her şey hoş görülür. Bu tür durumlarda ahlâkî çöküntünün de yozlaşmanın da tek sorumlusu kırsalda yaşayan halk olarak görülür. Çünkü onlar eğitimsizdir ve birtakım hatalar yapmaya müsaittir.
İnsan, öncelikle temel ihtiyaçlarını karşılamak zorundadır ancak okudukça daha kompleks bir yapıya evrilir. Kırsal yaşam, temel ihtiyaçların karşılanması üzerine kuruludur. Modern şehir ise insanın birincil gereksinimlerini kırsaldan temin eder. Kırsalda seks, bir ihtiyaç ve neslin devam ettirilmesi olarak görülürken modern hayatta ikincil gereksinimlerin karşılanması olarak konumlanır. Anonimleşmenin olduğu yerde namus kavramı ortadan kalkar. Şehir, insana bu anonimleşmeyi verdiği için seksi normalize eder.
Modern şehirde eksik olan duygusal taraftır. Burada insanın ihtiyaçlarını karşılaması çok kolaydır ancak sahici hisler yoktur. Şehrin temposu ve modern şehrin kronik yalnızlığı insanın duygularına yabancılaşmasına neden olur. Yaban romanında Yakup Kadri’nin köylüleri aklı uçkurunda olarak göstermesi ve buna şaşırması da bu yüzdendir. Yani kırsal kesimde bugün reality showlarda tartışılan bu konular geçmişte de yaşanıyordu. Çünkü insanın aklında soyunu devam ettirmek ve hayatta kalmak adına savaşmak hep vardır. Okumak, bir şeylerle meşgul olmak, zihnin odağını insanın belinden uzaklaştırmak anlamına gelse de mutlak çözüm değildir. İnsanın hayvan tarafı, hiçbir zaman kaybolmaz ancak dizginlenebilir ki insan olmak da bu anlama gelmektedir. Ahlakçı insanlar, arzularını yok etmek isterler. Çünkü fırsatını buldukları an, bütün ahlâk kalıplarını bir kenara bırakmaya hazırdırlar. Onlar başkaları öyle istediği için toplumun hazır ahlak kurallarına uymuştur. Bu da onların çok daha radikalleşmesine sebep olmaktadır.
2005 yılında Serap Ezgü, ilk kayıp arama programını yaptığında hiç kimse yıllar sonra bu programların iktidarın bir propaganda aracı hâline geleceğini düşünmemişti. Kırsaldan kente hızlı göçün etkisiyle kırsallar ıssızlaşmış ve şehir, normalden çok daha hızlı bir şekilde büyümeye başlamıştır. Bunun sonucunda modern şehirde gettolaşmalar meydana gelmiştir. Kırsalın tenhalığı, modern şehirde kimsenin kimseyi tanımaması zaten canı burnunda gezen insanlar için bir suç işleme alanı oluşturdu. Türkiye’de o dönemde bürokrasinin de bu tür konuları çözmede tıkanması ve polisin bu tür ağır vakaları çözememesi, kayıp vakalarında televizyonun gücünü alınmasına gidildi. O dönemde bu, Türkiye’ye özgü bir durumdu ve anlık bir çözüm olabilirdi. Üstelik Serap Ezgü, TRT kökenliydi. Mesela ondan birkaç yıl sonra Flash TV’de program yapacak olan Yalçın Çakır gibi bu olayların içinden gelmiş biri değildi. Yalçın Çakır, gazetecilik okuduğu yıllarda geçimini sağlamak için gazinolarda fotoğrafçılık bile yapmış ve dolayısıyla sahada deneyim kazanmış bir isimdi.
Zaten Flash TV’nin hitap ettiği kitle, geleneksel yaşama sıkı sıkıya bağlı insanlardı. Yani Flash TV, istese bile Serap Ezgü ciddiyetinde bir program yapamazdı. Flash TV, kayıp arama formatını eşini terk edip kaçanları geri çağırma, kaçan genç sevgilileri yeniden kazanma ve aileler arasındaki anlaşmazlıkları çözme olarak genişletti. Daha önce de belirttiğim gibi kırsal kesimde ucuz iş gücü hep vardı ve bu da insanları fakir kılıyordu. Eğitimsiz halkın evlerinde konuşulan konular da üç aşağı beş yukarı bunun gibi konulardı. Anadolu’da kadınlar, işlerini bitirdiklerinde bir kadının evinde toplanıp kimin kimle kaçtığı, kimin kimle fingirdediği veya kime mirastan nasıl haksızlık yapıldığı gibi meseleleri yüksek sesle ve hararetle tartışırlar. Bu, aslında bir Anadolu kültürü, daha doğru bir ifadeyle kültürsüzlüğüdür.
Köy kahvelerinde de kısık sesle de olsa konuşulanlar, kadınların evlerde konuştuklarından farklı değildir.
Elbette Flash TV, bunu ideolojik kaygılarla yapacak kapasitede değildi. Flash TV, onu düşünecek kadar olsaydı bu kadar amatör kalmazdı. Flash TV buydu ve bu kadardı. O yüzden o zamanlarda televizyonda perişan görünümlü kadınların ayılıp bayılması kimsenin dikkatini çekmemiş veya kimseyi rahatsız etmemişti. Şehirli insanlar Flash TV’yi zaten izlemiyordu. Sosyal medya da yaygın değildi.
2008 yılında magazincilikten gelen Müge Anlı, Serap Ezgü’nün bir alternatifi olarak görülüyordu. Müge Anlı, Flash TV kadar geniş bir formata sahip değildi. Müge Anlı’nın Serap Ezgü’den farkı, ele aldığı konuları daha bilimsel ve daha coşkulu bir şekilde ele almasıydı.
Programı sunan kişiler, programın konukları, avukatları veya dedektifleri muhafazakâr bir dünya görüşüne sahip olabilirler. Müge Anlı programına genel olarak baktığımızda böyle bir tabloyla karşılaşıyoruz. Türkiye’de hiç kimsenin de Serap Ezgü’nün veya Müge Anlı’nın programıyla bir alıp veremediği yok. Asıl sorun, bir ideolojinin aracı olan Esra Erol’un programı.
2017 yılında izdivaç programları ahlâkî gerekçelerle yasaklandığında hiç kimse bütün kanalların reality showlara yöneleneceğini tahmin edememişti. Eğer tahmin etseydi eminim ki o dönem rüzgârın etkisine kapılıp izdivaç programlarının toplumun ahlâkını bozduğunu savunanların büyük bir kısmı sesini dahi çıkarmazdı. Çünkü bugün o programlarda rating uğruna yapılanların yanında izdivaç programında gösterilenler masum kalır.
Aslında bugün bürokraside birtakım sorunlar olduğunu kabul etmemiz sağ iktidarın nasıl ve nerede başarısız olduğunu görmemiz açısından son derece kritik. O dönemin sağ düşüncesi, Kemalist bürokrasinin ciddi açmazları olduğuna işaret ediyordu. Şimdi aynı sorunlar Tayyipist bürokraside de çok daha ağır bir şekilde kendini tekrar ediyor. Siyasete yön veren insanların, yapmanın ancak yıkmakla mümkün olduğu varsaymalarının işleri çok daha kötü bir boyuta taşıdığının ispatıdır bu yaşanılanlar. O hâlde İslâmcılar, bu programla Yaban romanı üzerinden aydınlanmacıları eleştirmelerini de ülke bürokrasisinin bir zamanlar çok kötü olduğunu yutmak zorunda kalmıştır. Çünkü Yaban’da anlatılanlardan çok daha ötesi bugün televizyon ekranlarında bir propaganda aracı olarak kullanılmaktadır. Ülke bürokrasisi de en az dün olduğu kadar kötü ve sorunludur. Eğer ortada bir sorun olmasaydı bu tür programlar da kendilerine bir meşruiyet bulamayacaktı.
İnsanların “eğitimli” olup olmaması da ahlakının zayıf veya kuvvetli olmasında başat etken değil ancak programda temel vurgu, her zaman eğitim üzerinde. İnsanları asıl bu kadar fevri ve bencil davranmaya iten linç kültürü ve ekonomik buhran, beslenme bozuklukları gibi etkenlerden bahis hiç yok. Her programda aynı sosyal gruptan aynı sorunlarla karşılaşılmasına rağmen program, bu tür olayları sonlandırmaya değil geçici çözümler bulmaya çalışıyor. Bu da elini cebine atarken biraz da reklam yapabilecek zenginlerin programa bağlanmasıyla mümkün oluyor.
İnsanlar tabii ki hiçbir şey yokken evlerini terk etmiyorlar veya genç kızlar sebepsiz yere evden kaçmıyor. Bütün bunların ekonomik sebeplerinin yanında bir de sosyolojik boyutu var. Yazının başında da söylediğimiz gibi iktidarın politikaları Türkiye’yi 150 yıldır etkileşimde olduğu medeniyetten sıyırıp başka bir dünyaya entegre etmeye çalışıyor. Bu makas değişikliğinde Avrupa bizi kıskanırken Afrika gibi olmadığımız için şükretmek var. Dolayısıyla gençler bunu kabul etmiyor. Zaten anketlere bakıldığında kendini İslamcı kabul eden gençlerin sayısı çok az. Gençler sol düşüncelere, liberal görüşlere, Kemalizm’e veya Türkçülük’e meylediyor. Ancak kırsal, islamcı düşüncenin kalesi. İşte ebebeyn ve çocukların birbirinden oldukça ayrı düşünmesi baskı olarak tezahür ediyor. Aslında ailelerin baskı yapıp yapmaması, Türkiye’de demokrasinin olması veya olmaması gibi bir şey. Çünkü değişen zaman, insanların radikalleşmesine sebep oluyor.
Bu durumda şu anki gençlerin yüzü, Batı’ya dönük olarak yetişmiştir. Oysa bu çocukların ebeveynlerinin genç olduğu dönemde özellikle kırsal kesimde Batı, tesirini henüz göstermemişti. Bugün gençlerin, Batı kültüründen haberdâr olmaları da çoğunlukla informal yollarla gerçekleşmiştir. Çünkü teknoloji, dünyayı birbirine bağlamış ve yakınlaştırmıştır.
Ki bu devir, özellikle Türkiye için değişimin çok hızlı olduğu, dünyayı kavramanın oldukça zorlaştığı bir dönem. Mesela 2000’li yıllarda çocukların doğduğu dünya ile bugün idrak ettiğimiz dünya hakkında dağlar kadar fark vardır. Bu değişim, çok daha hızlı bir şekilde de devam edecektir.
Bizler Türk milleti olarak toprağa bağlı ve muhafazakâr insanlarız. Ancak değişimin insanı ürkütmesi bir yana Türk halkı toprağından kopmak zorunda olmasının şokunu üzerinden hâlâ atabilmiş değildir. Bahsettiğimiz bütün ekonomik çöküş de buna eklenince Türkiye’de X ve Y kuşağının tutuculaşması kadar doğal bir şey yoktur.
Dünya, 20, hatta 10 yıl öncesinin dünyasından çok farklı. Bu, gençler üzerinde değişime ayak uydurma baskısını artırıken X ve Y kuşağının da dünyaya yabancılaşmasına neden oluyor. Dünyaya yabancılaşan bu insanlar için dine yönelmekten başka bir çare yok.
En nihayetinde geleneklerine bağlı anne baba ile isyankâr çocuk arasındaki çatışma, bu sebeplerden kaynaklanıyor.
Ben o programı izlediğimde yaşanmamış yaşamların isyanını görüyorum. İktidar tarafından, toplum tarafından istediği hayatları yaşanmasına engel olunmuş zayıf iradeli insanların aslında son bir çabası yaptıkları bu akıl almaz şeyler. Programa çıkan mağdur, yani statükoya boyun eğen kişi, kendi haklılığını bir de tüm Türkiye’nin (?) önünde ispatlarken haksız olan için bütün toplumun önünde küçük düşmek söz konusu. Sunucu, statükonun kendisi olarak geleneksel tavrı temsil ediyor. O, orada yalnızca bir sunucu değil bir düşüncenin ete kemiğe bürünmüş hâli. Çünkü programı izleyen ahlâkçılar için mağdur, merhamet edilecek; suçlu, taşlanacak bir kişiyken sunucu bir kahraman rolünde insanların önüne çıkıyor. Dolayısıyla insanlar programı izlerken öfke, sevinç, nefret gibi duyguları bir arada ve çok yoğun bir şekilde yaşıyor.
Tabii sunucunun geleneksel olandan yana tavır koyması, programın formatının bir linç kültürü olması izleyicilerin nefret ve intikam duygularının daha çok ön plana çıkmasına sebep oluyor.
Programın bir ideolojinin propaganda aracı olması, burada gizli. Burada zaten toplum tarafından baskılanan, bu toplum karşısında ezilmiş ve kendini gösteremeyen insanlar var. Bu insanlara neden toplum kurallarına uymadığını sormak, o insanın kişiliğine saldırıdır.
Şunu belirtmeden de geçmeyelim: Burada anlatmak istediğimiz, insanların yaptıkları hatalarda hiçbir suçunun olmaması değil. Bütün kabahati, topluma bulmak hem sağlıklı olmaz hem de doğru değildir. Ancak bir insan, sırf geleneklerine bağlı kalarak ahlâklı olamaz. Bir insan, geleneklerine bağlanmaya da zorlanamaz. Her ne yaparsa yapsın sırf geleneklere uymadı diye kamuoyunun önünde taşlanamaz. Bu program, bir günah keçisi ilan etme ve toplumun vicdanını rahatlatma amaçlıdır. Bir insana dokunmak, başka bir insanı yerin dibine batırmak demek değildir.
Diyelim ki o programlarda gerçekler gözler önüne serilmeye çalışılıyor. Peki ama neden? Veya neden insanların canlı yayında sinir krizi geçirmesine, insanların birbirine bağırmasına kadar her şey gözler önünde yaşanıyor? Mesela bu programı izleyecek çocuklar büyüklerinin o tavırlarından nasıl etkilenecektir? Saat 4 ile 7, birçok çocuğun okuldan geldiği ve dinlenip yemek yediği vakitlerdir. Bu vakitlerde çocuklarının yanında bütün bu rezillikleri seyretmekten çekinmeyen ailelerin elinden çocuklarımız nasıl kurtulacaktır?
Cahil olmak, bütün o televizyon programlarında işlenen suçların veya yapılan hataların sebebi değildir. Her cahil insan, arızî davranışlar sergilemiş olsaydı işin içinden çıkamazdık. Türk kadını çok becerikli ve namuslu da Türk erkeği mi eksik? Yoksa ahlak, yalnızca kadınlar üzerinden yorumlanacak bir şey midir?
İnsan, sırf toplum öyle istiyor diye veya gelenekler öyle emrettiği için bir kalıba sığmak zorunda değildir. Eğer bahsettiğimiz eğitim, insanların saçma sapan toplum kurallarına boyun eğmemesiyse, topluma karşı dik durabilmesiyse doğru. Ama ne okullarda ne de informal yollarla bunun eğitiminin verildiği söylenemez. Eğer kastedilen örneğin fizik, kimya, edebiyat okumaksa ona akademik literatürde öğretim denir. O hâlde yapmamız gereken başka bir şeydir.
Ki sorunun ekonomik olduğu, işin finalinde mağdur kişiye ekonomik yardım yapılmasıyla anlaşılıyor. Eğer insanlar fakir olduğu için yanlış yollara başvurmuş olmasalar neden yaptıkları hatalardan geri dönmeleri için onlara para teklif edilsin ki?
Belki insanlar bu hataları cahil oldukları için yapmıyorlar ama bu programları izledikleri, bu programları konuştukları takdirde cahil olmaya devam edecekler. Sorun şu ki insanımız gerçekten haklarını ve ödevlerini bilmekte, kendi sınırlarını çizmekte oldukça bilgisiz. Bu insanlara haklarını öğretmek gerek. Bunun için de insanımızın içine karışmak, onlarla konuşmak gerek.
Hiç kimse Esra Erol’un programından bir ders çıkarmayacak. Yalnızca iktidar onaylanmış, toplumsal baskı artmış ve ahlakçılar kendilerini tatmin etmiş olacaklar.