Yakın zamanlarda oldukça konuşulan bir Netflix dizisi olan “Bir Başkadır” bugünlerde “Fatma” dizisinin etkisiyle yeniden popüler olunca ben de filmi henüz yeni izlediğimde kesbettiğim “Şeyhlik Kompleksi” meselesini artık yazıya dökmek istedim.
Ali Sadi hoca ile Meryem arasında geçen “Kokla bakalım, kokuyor mu?” repliği oldukça ilgi görmüştü. Hattâ meseleye Flu TV’de Yalın Alpay da değinmiş ve bu repliğin post-modern dünyada hangi anlama tekabül ettiğini espirili şekilde tartışmıştı.
Meryem, Ali Sadi Hoca’nın yanına psikologa gitmesinin doğru olup olmadığıyla ilgili danışmak için gider. Hocaya müşkülünü anlatır ancak hoca hiçbir şey demeden eline yapay bir gül alır. Güle mânâlı mânâlı bakar. Dünyanın ta öbür ucundan geldiğini söyler. Gülü koklamaya çalışır. Sonra gülü, Meryem’e uzatır. “Kokla bakalım kokuyor mu?” diye sorar. Meryem de kokmadığını söyler. Hoca efendi Meryem’e istifini hiç bozmadan dışarıya gelmesini söyler. Gülleri gösterir, okşar, sever, koklar… Sonra Meryem’e dönüp “Kokla bakalım kokuyor mu?” diye sorar. Meryem de: “Çok güzel kokuyor.” diye cevap verir.
Aynı gül koklama muhabbeti, Meryem’in ağabeyi Yasin de hoca efendiye gittiğinde yaşanır.
Mesele şu: Ali Sadi Hoca’nın hiçbir şey bildiği yok. Hayata dair bir düşüncesi yok. Hayata dair verebileceği bir tavsiyesi yok. Kendi kendine bir yapay ve doğal gül muhabbeti tutturmuş, oradan yürümeye çalışıyor. Bu, en iyi bildiği din konusunda da böyle. Filmin sonunda kızı başını açıp üniversiteye gittiğinde, karısı da öldüğünde huzuru aramak için doğayla iç içe yaşamaya karar veriyor. İnsanları huzur bulması için dine davet eden bir din adamı, daha çok dine yönelmek yerine doğayla iç içe olmayı tercih ediyor.
Anlattığı hikâye ise oldukça sıradan. Hikâyedeki öğretiyi alabilmek için çok da düşünmüş olmaya gerek yok. Ancak “din adamı” kimliği ve hareketlerine kattığı vakurluk, burada karşısındakine verilen mesajın “basit” olamayacağını düşündürüyor. Hoca efendi mutlaka “önemli” bir şeyler söylemiş olmalıdır çünkü hoca, bulunduğu bölgede önemli bir kanaat önderidir ve halktan olduğu kadar da halkla arasına mesafe koymuş, hatırlı bir insandır.
Hoca Ahmed Yesevi’nin meşhur şiiri “Ahir Zaman Şeyhleri”ne değinmeden geçemeyeceğim.
Durmaz keramet satar
Ahir zaman şeyhleri
Her gün battıkça batar,
Ahir zaman şeyhleri
Beline kuşak bağlar,
Sözleri yürek dağlar
Para toplarken ağlar,
Ahir zaman şeyhleri
Ağlaması göz boyar,
Her gün ayağı kayar,
Kendini adam sayar,
Ahir zaman şeyhleri
Başına sarık sarar,
Kendine mürit arar,
İlmi yok neye yarar,
Ahir zaman şeyhleri
Dünyaya kucak açar,
Zoru görünce kaçar,
Her yere küfür saçar,
Ahir zaman şeyhleri
Elbette ele alacağımız konunun oldukça seküler olmasından Ahmed Yesevi’nin, ahir zaman şeyhlerinin itikadıyla ilgili söylediği yerleri çıkardım.
Recep İvedik, 28 Şubat 2008’de ilk kez vizyona girdiğinde özellikle Güngörenlilerden tepki almıştı. Güngörenliler, Recep İvedik karakterinin Güngörenlileri yanlış yansıttığını düşünüyorlardı. Film, o yıllarda Y kuşağının son temsilcilerinden ama özellikle de X kuşağından büyük ilgi görse de X kuşağından oldukça sert, X kuşağının tesirinden kurtulamamış Y kuşağı mensuplarından ise hafif dozda bir eleştiri almıştı.
Recep İvedik, modern olamayan bir karakter olarak modern dünyada geleneksel tavırlarıyla kabul görmüş biriydi. Recep İvedik, böyle kabul görmüştü. Küfrediyor, her türlü pisliği yapıyor; buna karşılık modern entel tiplerden tepki alıyor ancak öyle bir ara nesille muhatap oluyordu ki bu ara nesil, onu olduğu hâliyle kabul görüyordu. Aslında hayatın yüzüne bakmadığı biri olarak filmde çoğu işi yolunda gidiyor ve bu geleneksel adam, “iyi” olarak konumlandırılıp sonunda hep kazanıyordu.
Recep İvedik, şüphesiz komik biri değildi. Film de absürt komedi olarak değerlendirilecek bir filmdi. Bir zamanların meşhur 2012 yapımlı Yalan Dünya içerisinde oyuncuların oynamaya çalıştığı bir töre dizisi vardı. Hatırlayanlar olacaktır, 2000’li yılların ilk yarısında doğuda çekilen entrika dizileri pek meşhurdu. Bunlardan en ünlüsüyse “Asmalı Konak”tı. Ancak Yalan Dünya’nın içindeki sette oyuncular o kadar laçka kişiliklerdi ki töre dizisi yapmak istenirken ortaya bir absürt komedi çıkarmışlardı.
Kimileri Şahan Gökbakar ile Kemâl Sunal’ı karşılaştırmıştı. Neticede Kemâl Sunal, bize köyden kente inen aklı beş karış havada tipin maceralarını anlatmıştı. Dolayısıyla muhabbet “Bu işler bizim zamanımızda böyle değildi”ye gelmişti.
Aslında Yalan Dünya’nın içerisinde çekilen o dizi bize önemli bir mesaj veriyordu: Devir değişti. Artık aynı konuyu, aynı formda yapmak istesek bile yapamıyoruz. Ortaya absürt komedi çıkıyor ve halk da artık bunu benimsiyor. Evet; halk, artık Recep İvedik tiplemesini seviyordu ve bu kaba saba adamın küfürleri bir şekilde halka hoş geliyordu. Gençler ama özellikle o yıllarda 13 yaşın altındaki çocuklar, aralarında Recep Ivedik taklidi yapıyor ve Recep Ivedik gibi davranmak olumlanıyordu.
Recep İvedik’in Çinlilerle işi bağlamasının ardından yılın iş adamı seçilmesi üzerine yaptığı konuşmada babaannesinin meşhur sözü olan “Ekinler baş vermeden kör buzağı topallamazmış.” salonda bir anlık bir duraksamanın ardından büyük bir alkış tufanı koparmıştı. Belki Recep Ivedik’in köyünde bu söz yüzyıllardır söylenmektedir. Derrida’nın sözün bağlamına vurgu yaptığı yerde Foucault, sözü kimin söylediğinin üzerinde de duruyordu. O hâlde yukarıdaki sözün alkış almasını sağlayan ve iş dergilerinin kapağına yazdıran sözün ödül töreninde (bağlam) ve ödül alan kişi tarafından söylenmiş olmasıdır. O hâlde aslında hiçbir derin anlamı olmayan bu söz, bağlam (context) ve konuşmacı tarafından “Bu, o kadar da basit olmamalı.” düşüncesiyle derinlik kazanmıştır.
Post-Modernizm’in televizyon ve gazetenin yayılması, Post- Truth’un ise sosyal medya kullanımının artmasıyla yayıldığını düşünürsek 2008 yılı tam da Facebook’un yeni yeni kullanılmaya başlandığı zamanlara denk gelir. Modern şehirlerin büyümesi, insanlar arasında olan mesafelerin artmasına sebep olurken Modernizm düşüncesi zaten “yalnızlık” hissini kuvvetlendirip vazgeçilemez bir olguya dönüştürüyordu. İnsanların “hissizleşme” problemi ve bunu engellemek adına giriştikleri çaba da ayrı bir çatışmayı ve bunalımı doğurmaktadır.
Post-Modernizm, yapı olarak gelenekten beslenme iddiasındadır. Bu yüzden “ulu”lara ve ululaştırdıklarına sık sık atıf yapar. Ancak “gelenek karşıtlığı” üzerine bina edilen Modernizm, geçmişle arasındaki bağı çoktan koparmış ve dünyayı bir madde olarak ele alıp mânâdan çoktan sıyrılmıştı. Modernistler ve modernist düşünceyle yetişen bugünkü Post-Modernler, istedikleri kadar geleneğe yönelsinler, yine de o yüzeysellikten kurtulamayacaklardır. Kendileri, diğer insanları yüzeysellikle eleştirecek ancak en büyük yüzeyselliği yine kendileri yapacaktır.
Bu açıdan mesela Yunus Emre’deki yalın, Mevlânâ’daki süslü derinlik, hiçbir Post-Modern’de yoktur ve olmayacaktır. Post-Modernler, ısrarla Modernistlerin yaptığı hataya düşüyor: Modernler, dünya görüşlerini gelenek karşıtlığıyla oluşturmuştu. Post-Modernler de inatla Modernizm karşıtlığı üzerinden yürümeye çalışıyor. Psikanalistlere göre her baba ile oğul arasında bir çatışma vardır. Babanın erkeksi bencilliği arttıkça bu çatışma daha da artar. Çocuk kendini “Babam gibi olmayacağım.” düşüncesiyle sınırladıkça kendini daha büyük bir çatışma içerisinde bulur çünkü baba, oğul için erkek olmanın el kitabıdır. Erkek çocuk, babası gibi olmayı reddettiği sürece aslında erkek olmayı reddetmektedir. Ne zaman ki babasını olduğu gibi kabul etmeye başlar, işte o zaman bu çatışmadan kurtulur.
Meseleye gelenek- Modernizm ve Post-modernizm açısından baktığımızda da durum böyle. Post- Truth’ta böyle bir şey göremezsiniz çünkü Post- Truth’un vardığı yer hiçliği ve yokluğu kabul ediştir.
Işte bugün aslında Post-Modernlerin en büyük çatışması gelenekle. Geçmiş, idealize edilmeye en müsait zaman dilimidir. Bugünkü insan, ne Yunus Emre olabilir ne de bugün, bir Yunus Emre yetiştirebilir. Buna öykünüldüğü zamansa ortaya Şeyhlik Kompleksi ortaya çıkar.
Şeyhlik kompleksi lle kast ettiklerimiz asla gerçekten şeyh olmuş insanlar değildir. Bilakis şeyh olmamış ancak çevresinde etki yaratmak isteyen manipülatif insanların yaptıkları hareketlere verilen addır. Şöyle ki bu tür insanlar, etki altına almaya çalıştıkları insanları like bombing’e -İngilizce ilk tanışmada aşırı sevgi gösterisi love bombing kavramından hareketle kendi türettiğim bir kavramdır- maruz bırakıp hayatlarıyla ilgili bir şeylerin farkında olduğunu veya yakından takip ettiğini ima ederler. Konuyla ilgili veya ilgisiz bir hikâye anlatıp bundan pay çıkarılmasını isterler. Asla verilecek olan mesajı tam anlamıyla vermezler. Üstü kapalı şekilde ima yapmak, onların ustalık alanıdır. Kendi hayatlarıyla ilgili sır vermeyip diğerlerinin hayatlarına ancak karşısındaki istemediği zamanlarda karışmaya, bekleneni hiçbir koşulda yapmayıp beklenmeyeni yaparak insanları “hatır belâsı” altında bırakıp kendilerine borçlu bir duruma getirirler. Dindar olanları, büyük din âlimlerine ve felsefî sözlerine atıf yaparak kafa karıştırmaya çalışır.
Anlattığı hikâyelerin hiçbir anlamı yoktur. İçlerinde bir sürü sembol bulunan bu hikâyelerin tek vazifesi kafa karıştırmaktır. Psikolojisi sağlam olmayan, karakteri henüz oturmamış kişiler üzerinde bu hareketlerin etkisi oldukça büyüktür. İnsanları kaybetmeye davet ederler ve onları kendi seviyelerine çekmek için büyük gayret gösterirler. Onlar için hayat, asla çözülememiş bir şey olmakla birlikte bunu çözme yolunda (tarik: yol, tarik+at: yollar) ilerleyen ancak kendileridir. Herkes hayatı kaçırıyor ancak onun gibi hissedenler ise doğru yol üzerelerdir. Bu yüzden kendisiyle aksi istikâmette veya aksi minvalde söz söyleyenleri hareketleri veya sözleriyle töhmet altında bırakmaktan çekinmezler. Tartışmayı en hararetli yerinde keserler ki karşı taraf onun üzerine daha çok düşsün, daha çok teke tek kalınsın ki manipülatörümüz de daha iyi manipüle yapabilsin.
Post-Modern insan tipinin oldukça güzîde bir örneği olan Şeyhlik kompleksine sahip bu insanların, oldukça “boş” ve “öz güvensiz” olduklarını da eklememiz lazım. Zaten “dolu” bir insan, bu tür işlerle uğraşmaya tenezzül etmez.
Ahmet Yesevi’nin şiirine geri döneceksek bu kompleks içerisindeki insanların ilginç bir kerâmet gösterme heveslerinin olduğunu söyleyebiliriz. Bir şeyleri önceden tahmin etme, sezme, rastgele olan şeyleri kendine göre romantize etme en belirgin özellikleridir. Oldukça süslü cümleler kurmalarına rağmen bu cümlelerin içi boştur. Bütün o tatlı dilin tek bir amacı varsa o da karşısındaki kişiyi etkilemektir. Hayat, onlara iyi davranmamıştır. Çok görmüş geçirmiş bir kimsedir. Bu yüzden üst ve üstündür. Hayata dair, hayatın kötülüğüne dair mutlaka büyük fikirleri vardır. Görünüşte oldukça gelenekseldir. Çevresinde ona ilgi gösteren insanların olması onun için çok önemlidir. İnsanları, dünyadan soğutur ancak dünyayla en içli dışlı olan odur. Duygu sömürüsü ve hırsızlığı ondan sorulur.
Her manipülatör de Şeyhlik Kompleksi içerisinde değildir, bunun ayrımını iyi yapmak gerek. Ancak muhtemelen geçmişlerinde alamadıkları ilgiyi, daha çok almak adına kendilerine böyle gizemli bir persona seçmiş bilinçli veya bilinçsiz tipler, Şeyhlik Kompleksi içerisindedirler.
Aslına bakarsanız Post-Modernizm’in bir hastalığı olarak kabul edebileceğimiz Şeyhlik Kompleksi, her -kendine Post-Modern bir kimlik versin veya vermesin- Post- Modern’de az ya da çok bulunmaktadır.