Alfabe meselesi Türkiye’de uzun süredir tartışagelen bir konu olup alanının uzmanı birçok isim, bu konuda çeşitli platformda yazılarını neşretmiştir. 

   Bu yazıdaki amacımız Latin veya Arap alfabesini üste çıkarmak değil Türk tarihine genel bir perspektifte bakıp en nihayetinde 1928’de yapılan alfabe değişikliğinin içtimaî, siyasî, tarihî, kültürel sebep ve sonuçlarını popüler bir dille tartışmaktır. 

   Türkler, tarihlerinin büyük bir kısmını -Türklerin kitleler hâlinde yerleşik hayata geçmesi tarihi 16.yy olarak işaret edilir.- konar-göçer bir yaşam sürerek geçirmişlerdir. Buna göre Türkler; kışları “kışlaģ” denilen şehir merkezinde, yazları da “yaylaģ” denilen yüksek platolarda geçirmişlerdir. Bu geleneğin izlerini Orta Asya ve Anadolu’da tecrübe etmek hâlâ mümkündür. Bugünkü Türkçemizdeki kışla ve yayla sözcükleri buradan gelmektedir. 

   Bu göçerlilik, Türklerin belirli bir yurt edinmediği anlamına gelmez. Aksine Türklerin yazları ve kışları ayrı geçirdikleri iki yurtları vardı. Türkler, bu kışlaģ ve yaylaģ yere gitme ritüelini her yıl tekrarlardı. 

   Türklerde vatan sevgisinin olmadığını iddia etmek abesle iştigâldir. 

   M. Ö. 121 ve 119 yıllarındaki iki büyük savaş sonucunda Hunlar, Ch’i-lien ve Yen-shih dağlarındaki çok değerli olan ve oldukça önem verdikleri otlakları kaybettiler. Bu durum bir türkülerine şöyle yansımıştır: 

   “Ch’i-lien dağlarımızı kaybettikten beri, hayvanlarımız artık çoğalmıyor. 

   Yen-chih dağlarımızı kaybettikten beri kadınlarımız yanaklarını neşelendirecek allık bulamıyor. (Taşağıl, Bozkırın Kağanlıkları, 2018, syf. 41) 

   Atsız, bu türkünün dörtlükler hâlinde yazılmış olmasının kuvvetle muhtemel olduğunu söyleyerek aslında türkünün yedili ve sekizli hece yapısına uygun olabileceği üzerinde de durur. (Türk Edebiyatı Tarihi,2015 syf. 79) 

   Hattâ bu yazları yaylaģta, kışları kışlaģta geçirme durumu o dönemki Türk yöneticileri için de geçerliydi. Onlar da bodunlarıyla berâber hareket ederlerdi. Çin kaynaklarına göre Hunlar; biri yaylaģ, biri de kışlaģta olmak üzere iki saraya sahiptiler. 

   Göçebe tabiri daha çok yeri yurdu olmayıp sürekli göç edenler için kullanılmıştır. Çingeneler bunun için iyi bir örnektir. 

   Tarihte, büyük Türk göçlerinin olmuş olması Türkleri göçebe bir kavim yapmaz. Türkler, zorunlu kalmadıkça yurtlarını terk etmemişlerdir. 

   Türklerin konar-göçer olmaları, tarihleri açısından bazen olumlu sonuçlar doğursa da birtakım olumsuz sonuçlara da sebep olmuştur. 

   Bu olumsuz sonuçların başında Türklerin, yerleşik medeniyetlerin kültürleri karşısında savunmasız kalması gelmiştir. 

   Jean Paul Roux bu konuya temas eden önemli bir tarihçidir. Roux’ya göre bozkır kavimleri, yerleşik kavimlere akınlar yaparlar. Bozkırlı olmaları onları sert ve güçlü yapar. Bu özellikleri sayesinde kendilerinden sayıca kat be kat fazla kavimleri istila ederler. Ancak yerleşik kültür konusunda dirençleri olmadığından zamanla istila ettikleri kavmin özelliklerini alırlar. Avrupa Hunları, Tabgaçlar, Babürler bunun tipik örnekleridir. 

   Geleneksel dönemde kullanılan alfabe ve din birbirine paralellik gösterdi. Ateşe tapan İranlılar, İslâmiyet’i kabul ettikleri 7.yy’a kadar Pehlevî alfabesini kullanmışlardır. İslâmiyet’i kabul etmeye başlamaları ile bugünkü alfabelerine geçmişlerdir. 

   Aynı akıbet Türklerin başına da gelmiştir. Buna göre Türk Tanrısı’na inanan ve kendi alfabesini kullanan Türkler, Çin’i siyâsî buhranlara düşüren Bögü Kağan’ın Çin’e yaptığı seferden dönerken Mani rahipleriyle tanışıp onlardan  etkilenmesiyle Gök Tanrı inancını bırakmaya başladılar. Uygurlar bu dönemde şehirlileştiler. Bir  “tarım devrimi” gerçekleştirdiler. Başta Çince olmak üzere çeşitli dillerden çeviriler yaptılar. 

   İşte Türkler, girdikleri dine bağlı olarak çeşitli alfabeler kullanmaya başladılar. Bu alfabeler Mani, Uygur, Soğd ve Brahmi alfabeleridir. 

   Bu dönemde Soğd alfabesi esas alınarak oluşturulan “Uygur” alfabesi önce Çenggiz döneminde Moğolların alfabesi olacak, daha sonra Türkler İslamiyet’i kabul edip İslam Alfabesi’ne geçince bu Uygur alfabesi millî alfabe olarak anılacaktır. 

    Bu alfabenin özellikle Moğollar tarafından benimsendiği görülse de Fâtih’in Uygur harfleriyle bir yarlıģ (ferman) verdiği de bilinmektedir. Sultan Bayezid ise Uygur alfabesi ile hayli haşır neşir olmuştur. 

    Kök-Türk alfabe sistemi, Türk milletinin ihtiyaçlarından doğmuştu. 

   Uygurlar, Kök-Türk harfleriyle devam etse şüphesiz bugün çok daha sağlam bir medeniyet meydana getirmiş olabilirdik. 

   Bu alfabe değişikliği, medenî milletlerde görülmeyecek bir durumdur. Dünyada Türkler dışında başka hiçbir kavim târihlerinde bu kadar çok ve kolay bir şekilde alfabe değiştirmemişlerdir. 

   Geçmişle ilgili sağlıklı bir analiz yapmak için târihle, en başta da kendinizle barışık olmanız gerekmekir. Târih, olması gereken ile değil olan ile yazılır ve değerlendirilir. 

   Bugün alfabe bunalımına girmemizin sebebi, Bögü Kağan’ın yeni dinin etkisiyle alfabeyi değiştirmesi olmuştur. Hiç şüphesiz bu durum, Türk milletinin zihninde asırlardır kullandıkları alfabenin değiştirilemeyeceği fikrini yıkmıştır. Altın elbiseli adamı referans vererek Kök-Türk alfabesinin Türk tamgalarına dayandığı iddiamızdan hareketle alfabe tabusuyla birlikte Türklerde kadim olana saygının da yok olduğu kanısındayız. Türkler, o devirde öyle büyük sebeplere sâhip olmamalılar ki “Türk Tanrısı’ndan” umutlarını kesip başka bir Tanrı’yı -üstelik yabancı bir Tanrı’yı- aramaya çıkmış olsunlar. 

   Uygurların, Kırgızlar tarafından yenilmesinden sonra Ötüken’de kimsenin kalmaması ve Türklerin kitleler hâlinde Ötüken’i terk etmesi, yolunda gitmeyen bir şeylerin olduğunun göstergesidir. 

   Ben, bunun en büyük sebebinin Türklerin uzun süredir çatışmaya girdikleri Çin’i kültürel anlamda tahlil edebilecek seviyeye ulaşmasına bağlıyorum. Uygurlar, o dönem Bögü Kağan önderliğinde askerî başarılarının uç noktasına gelmişlerdi. Öyle ki Bögü Kağan Çin’in içlerine kadar ilerlemişti. İşte bu temas sonucunda Uygurlar, medenî yaşamın rahatlığını görmüş olmamalılar. Aynı zamanda gücünün zirvesine ulaşan Uygurlar’ın bu askerî başarısı; şatafat ile de taçlandırılmalı ve Ötüken, Çin şehirleriyle yarışacak bir hâle gelmeliydi. İşbu sebeplerden Bögü Kağan; halkını, medenî yaşama bağlamak için Tengricilik’in aksine tapınağı olan Maniheizm’i kabul ediyordu. Alfabe değişikliği de yeni dîne girmenin zorunluluğu olarak karşımıza çıkıyordu. 

   Bögü Kağan, Çin ile yarışmak için Çin’in inancını almak yerine daha çok Soğdlularla özdeşleşmiş Maniheizm dinini benimsiyordu.

   Şatafat konusunda Osmanlı- Îran mücâdelesini ele almak konuyu anlamamız açısından yararlı olacaktır. Bu bağlamda Çin ile İran arasında birtakım benzerlikler gözümüze çarpmaktadır. Bir kere Çin de İran da kadim uygarlıklar idi. Gök-Türk ve Uygurlar döneminde ilmin, bilginin kaynağı Çin’di. Oğuz Türkleri, Îran üzerinden Anadolu’ya girerken de ilmin, bilginin kaynağı İran idi. Buna göre Türkler, anavatan edindikleri coğrafyalarda kadim ile boğuşmak durumunda kalmışlardır. Tabiî ki Çin medeniyeti ile İran medeniyetinin birbirinden çok farklı noktaları da vardı. Ancak buradaki tarafımızca en büyük farklılık İran’a Türk sülalerinin hâkim olması idi. Osmanlı, otoritesini paylaşmak istemiyordu. Dolayısıyla Osmanlı, bu savaştan kesinlikle gâlip çıkmalıydı. Bu mecburiyet, Uygurlarda olduğu gibi değildi. Çünkü Uygurlar, medenî olmaya gayret gösteriyorlardı. Medenî olduktan sonra Çinlileşmeyi kabul ederlerdi. Çünkü Uygurlar, Çin’in kültürüne hayrandı. Osmanlılar da Îran’a hayrandı ancak Osmanlı’nın İranlaşamasının önünde iktidarını kaybetmek gibi bir problem yatıyordu. İşte bu güç mücadelesinde Osmanlılar, Îranlılar’ı mutlaka geçmeliydi. Onlardan daha lüks yaşamalı, daha iyi ilim adamları yetiştirmeli, daha iyi şâirler yetiştirmeliydi. Osmanlı şiirinde 15 ve 16.yy’da görülen özgünleşme tesadüf veyâ tarihin normal akışı hasebiyle olmuş değildir. İktidar mücadelesinin bir tezâhürüdür. 

   Artık 16.yy, Türk şiirinin İran şiiri ile bir görüldüğü yıllardır. Kanımca Fuzûlî’nin Osmanlı sarayına kabul edilmemesinin nedeni de İranlı olmasından kaynaklanmaktadır. Türk şiirinin zirvesi olan Fuzûlî’nin bir İranlı olarak Osmanlı sarayına gelip Osmanlı şâirlerinden iyi şiir yazması sindirilemeyecek olmasından çekinilmiş; bu yüzden Fuzûlî, İran’da gözden uzak tutulmak istenmiştir. 

    Lâle Devri Osmanlı-İran mücadelesinde sona gelindiği ve Osmanlının gâlibiyetini ilan ettiği dönemdir. Bu dönemde Nâdir Şah, Osmanlı ile rekâbet etmeye çalışsa da tecrübesizliğinin kurbanı olarak bu mücadeleden yenilgiyle ayrılmıştır. Sonunda Nedim’in:

Bu şehr-i Sitanbul ki bi misl ü behâdırBir sengine yek pâre Acem mülkü fedâdır

sözü kanaatimizi güçlendirir niteliktedir. 

   Türkler, bu dönemde kısa bir süre daha eski harfleriyle devam etse de herhâlde Kırgızların, Uygurları mağlup etmesiyle Gök-Türk harflerini bilen bir kimse kalmamıştır. 

   Diğer bir değişiklik Türklerin, Müslümanlığı kabul etmesiyle olmuştur. İmla sisteminde Uygur imlasına büyük oranda bağlı kılınmıştır. Örneğin Uygur imlasında O sesini elde etmek için (‘W) kullanılırken arap harfli imlâda da (elif+vav) kullanılmıştır. 

   Anadolu’ya göçen Türkler ise imlada kalın sıradan ve ince sıradan ayrımını yapabilmek için Türkçe kelimelerde bazı harfleri kalın ve ince olarak ayırmışlardır. Örneğin sad harfi kalın sıradan kelimelerde, sin harfi ince sıradan kelimelerle yazılmıştır. Doğu Türkleri ise bu değişikliğe bigâne kalmışlardır. 

    Türkler, tüm bu alfabelerin yanı sıra Ermeni ve rum harflerini de kullanmışlardır. 

   Esasına bakarsanız Uygurlar’ın alfabe değiştirmesinden ve atalar kültünü yerle bir etmesinden sonra alfabe değişikliklerini bugünden yorumlarken kullandığımız alfabenin, Türkçenin ses değerlerini karşılamaktaki hünerine bakmalıyız. 

   Alfabe, gerçekten çok fazla universal bir kavram. Mesela Arap alfabesi Arâmî ve Nebâtî alfabesine, bu iki alfabe de Fenike alfabesine dayanmaktadır. Fenikeliler, Yunanları; Yunanlar da alfabe hususunda Latinleri etkilemişlerdir. Bu sebepten Latin Alfabesi dediğimiz alfabe, Avrupa’ya yayılmış oldu. 

    Başladığımız yere geri döndüğümüzde eğer bir hatâ yapılmış ise -ki alfabe değişmek bir hatadır- o hatânın Bögü Kağan’ın teşebbüsü ile olduğunu görüyoruz. 

   Arap alfabesinin Türkçenin seslerini karşılamakta büyük eksiklikleri olduğu ayan beyan ortadadır. Bu konu, Münif Paşa’nın Cemiyet-i İlmiye-i Osmâniyesi’nde de tartışılmıştır. Dönemin birçok aydını alfabenin yetersizliğinden söz etmiştir. Bu aydınların genel düşüncesi, Osmanlı alfabesinin yenilenerek yeniden kullanılması idi. Çok kısık sesle de olsa -Hüseyin Câhit gibi isimler- Latin Alfabesi’ne geçme taraftarı idiler. 

   Şayet Osmanlı Alfabesi’ne birtakım değişiklikler yapıp kullansak bile eski alfabenin husûsiyetlerini öğrenmek için birtakım ön bilgilere sâhip olmamız gerekecekti. 

   Eski alfabede kelimeler, okunmaktan ziyade tanınmakta idi. Zaten okuma yazmayı bilenler saray ve saray çevresindendi. Okuma ve yazma, yalnızca üst sınıfa mahsus bir durumdu. Osmanlı sarayı özellikle halktan uzaklaşma yolunu seçmiştir. Bu, o dönemin bir özelliğidir. O kadar ağır ve sanatlı bir dil kullanılmasının bir nedeni de halkın anlaması içindir. Mesela devletin gizli yazışmaları siyakat yazısıyla yazılmıştır ve bu siyaset yazısını öğrenmek, gerçekten ustalık gerektirecek bir iştir. Herhâlde Osmanlı sarayının derdi anlaşılmak olsaydı böyle zor bir yazıyı kullanmazdı. Anlaşılmaması durumunda ise Osmanlı yönetimi rahatça hareket etme şansına sahiptir. 

   Bir hümanizma (aydınlanma) hareketi başlatmak isteyen Atatürk için bu, belli bir sınıfa mâl olmuş alfabe de dil de pragmatist değildi. 

   Genç Türkiye’de savaşın bitiminin ardından milliyetçi rüzgârlar esiyordu ve Millî Mücâdele Dönemi’nde yardım aldığımız Türkler de Latin alfabesine geçiyorlardı. Gâzi Paşa’nın alfabe değişikliğinde Orta Asya Türklüğü ile iletişim hâlinde olma isteğinin de önemli bir rol oynadığını söyleyebilirim. 

   İşte Atatürk, çağdaşlarının aksine daha cüretkâr düşünerek alfabede değişiklik yapmak yerine alfabeyi kökünden değiştirmeyi daha askerlik yıllarından itibaren kafasına koymuştu. Bu alfabeyi son derece kararlıkla uygulamaya koydu ve bir okuma yazma seferberliği düzenledi. 

   Gazi Paşa’ya başta birlikte mücadele ettiği birçok paşa ve devrin entelektüeli karşı çıkmıştı. Kâzım Karabekir, 1926’daki Azerbaycan’da yapılan kongrede Orta Asya Türklerinin alfabe değiştirme kararının ardından “Azeriler çıldırmış olmalı.” demiştir. Yine İsmet İnönü, alfabe değişikliğine şiddetle karşı çıkanlardan biridir. Ancak alfabe değişikliğinden sonra bir daha eski alfabeyi kullanmamış ve bu devrimin en büyük uygulayıcılarından biri olmuştur. Uyumlu olmasıyla dikkât çeken İnönü, birçok devrime direnmişti ancak eğer bu devrimler onaylanmışsa hiç tereddüt etmeden onaylamıştı. O devirde birçok edebiyatçının -Nihâl Atsız, Aziz Nesin de dâhil- notlarını eski yazıyla yazdığını düşünürsek İsmet İnönü’nün yaptığı büyük bir özveridir. 

   Elbette devrimler oldukça serttir. Bir milletin 10-11 yüzyıllık alışkanlığını değiştirmek, kolay değildir. Ancak alfabenin Türk milletiyle tam olarak bağdaşmadığını da belirtmek gerek. En iyimser rakamlar, Osmanlıda okuma yazma oranının %10 olduğunu söylüyor. Bu durumda milletin alfabe konusunda bir alışkanlığı yok. O devirde de birtakım aşırılıklar olmuştur. Bu, söz konusu devrim olduğunda oldukça normaldir. Ancak Ortaylı, fakültelerde bile ders notlarının eski yazıyla tutulduğunu söylüyor. Daha sonra tarih, edebiyat gibi bölümlerde o dönemde de Osmanlı Türkçesi eğitimi verilmektedir. Sahhaflarda Osmanlı harfleriyle eserler basılırken diğer taraftan devletin milletin elinde olan eski harfli eserleri toplatıp imha ettirmesi ne kadar mantıklıdır? Elbette her devirde kraldan fazla kralcı olanlar vardır ve bu yüzden münferit hatalar yapılmış olabilir ancak bu hataları, bir rejime veya kişiye yıkmak ne kadar doğrudur? Eski harfler konusunda halk üzerinde bu kadar ağır baskı varsa az önce verdiğimiz örnekler nasıl olabilmiştir? 

   Her ne olursa olsun alfabe değiştirmek büyük cüret gerektiren bir iştir. Evet belki Osmanlı; Avrupa ile kıyaslanacak bir bilim mirası bırakmadı. Evet, belki ilmî alanda yazılan eserlerin çoğu Arapça idi. Evet, belki Süleymâniye Kütüphânesi’nin rafları gayrı Türkçe eserlerle dolmuştu…

    Ancak…

    Zaten girdiği her medeniyetin alfbesini kullanan Türkler için bu durum zor değildi. Zaten Osmanlı ilmi Arapça idi ve Süleymaniye Kütüphanesi’nin rafları gayrı Türkçe eserlerle dolmuştu. O hâlde bu çok cılız mîras da reddilebilirdi. Önemli eserler, yeni harflere aktarılabilirdi. Latin Alfabesi’ne geçmenin bir mahsuru yoktu. Aksine bir çok getirisi vardı. Medeniyet olarak başını alıp gitmiş Avrupa ile daha güçlü kontak kurulabilirdi. 

    Aslında Türklere mahsus harfleri barındıran (ç,ğ,ö,ü,ş) bu alfabenin adı da Latin Alfabesi değil “Gâzi Alfabesi”dir. Döneminde okuma seferberliği kapsamından yeni alfabeyi öğretmek amacıyla yayımlanan kitabın kapağına “Gâzi Alfabesi” yazıyordu. 

   Bugün için Türk milletinin alfabe konsunda yapması gereken yeni harfleri kabul etmektir. Bir eskiye dönüş, gelinen bunca noktanın inkâr edilmesi anlamına gelir. İçinde bulunduğumuz durum, Türklerin bir alfabe değişikliğini daha kaldıramayacağını göstermektedir. 

   Her geriye dönüşün bir Renaisance’dir. Osmanlı, en büyük mirasını Hürriyet’in İlanı’ndan sonra bırakmıştır. Bu dönemde şüphesiz çok önemli düşünürler yetişmiş, çok önemli çeviriler yapılmıştır. Sadece bunları okumanın bile çok önemli olduğunu düşünüyorum. Orhun Âbideleri’ni orijinal dilinden, harflerinden okumak çok ayrı bir lezzettir. Bu durum, Osmanlı şiiri için de böyledir. Ne mutlu okuyana, ne mutlu anlayana! 

   Okullarda Osmanlı Türkçesi eğitimi mi? Öğretebilecek hoca varsa neden olmasın? Ama biz bunları öğretecek hocaların yetişmesi için beklersek… Târih ders kitabını sıfır beden hâle getiren, Coğrafya dersini 11 ve 12. sınıflarda müfrefattan kaldıran, senelerdir sözel derslerin canına okuyan MEB’imizin böyle bir projesi olacağını sanmıyorum. Hâli hazırda olan Osmanlı Türkçesi eğitimi ise kuru bir ideolojik uygulamadan başka bir şey gibi görünmüyor. 

    Hattâ gönül ister ki Kök-Türkçe ve Uygurca da öğretilsin. Meselâ İmam Hatip okullarında Karahanlı döneminde yazılan “Satır Altı Kuran Tercümeleri” okutulsun. Vesîletü’n Necât (Mevlüt) oktulsun. 

   Biz hâlâ Batı’yı kötüleyelim. Her taşın altına Batı’yı yerleştirelim. Kimimiz modern kimimiz dindar rolü oynayıp kamplara bölünelim. 

   Şunun şurasında kime ne zararımız olmuş ki? Kendimiz ettik, kendimiz bulduk…