Hani İstanbul için edebiyatın kalbinin attığı yer denir ya… Ne kadar da doğru, değil mi?
Modern şehrin telaşı edebiyatı günlük hayatın dışına itmiş gibi görünse de edebiyat nerede olursa olsun kendine yer bulabiliyor. Çünkü yüzyıllardır süregelen evrimimiz edebiyatı bir dürtümüz hâline kadar getirdi. Aynı şekilde edebiyat muhitleri de modern şehrin kenarına atılmış gibi görünse de atıldığı kenarda ışığı insan gözünü rahatsız edecek derecede parlamaya devam ediyor.
Genel olarak edebiyattan rahatsızım. Rasyonel yaklaşımımın pek doğal bir sonucu olarak edebiyatı sevmiyor, edebiyattan faydalanıyorum. Dolayısıyla bugünkü edebiyat muhitlerinin geçmiş zamankinden çok da farklı olduğunu düşünmüyorum. Edebiyat ve edebiyatçıdan bahsediyoruz sonuçta…
Önceleri kıraathânelerde yapılan edebî sohbetler artık fazlasıyla garip kafelerde yapılır durumda. Edebiyat kafeleri en çok Üsküdar civarında göze çarpıyor. Üsküdar, millî-muhafazakâr kesimin en gözde birkaç semtinden biri. Üsküdar, yapısı gereği zaten asla modern olamayacak bir semtti. Eskiden kalan millî ve manevî bir mimariye, güçlü bir geleneğe sahipti. Oysa hemen bitişiğindeki Kadıköy’ün böyle güçlü bir geleneksel çizgisi yoktu. Dolayısıyla modernleşebilirdi. Üsküdar ise düştüğü boşluğu post-Modernlikle kapattı. Post-Modernizm, Üsküdar’ın üstüne yapıştı kaldı. Merkezî bir konumda olması onu çok daha câzip hâle getiriyor; Modernizmle asla barışamayan birçok insan, Üsküdar’ın geleneksel ama bir o kadar da yeni yapısı, dokusu ve havası içerisinde teselli oluyordu.
Zaman geçtikçe özgürlükçü dünya görüşleri yerini totaliter görüşlere bırakıyor. Dolayısıyla sol ideolojiler gerilerken sağ ideolojiler güçleniyor. Aynı zamanda medya da sağ tarafın eline geçiyor, sol pasifleşiyordu.
Durum böyle olunca yukarıda saydığımız nedenlerden de dolayı Üsküdar, sağ edebiyatçıların kalesi hâline geldi.
Üsküdar birçok edebiyat kafesine ev sâhipliği yapan bir semt…
Üsküdar’daki bu kafeler, dıştan hayli eski görünmesine rağmen içeriden oldukça zevkli döşenmiş ve süslenmiştir. Bu kafelerin birçoğu aslında evden bozma olduğu için kafede otururken kendinizi oldukça rahat hissedersiniz. Hatta kafe eğer ana caddeye yakın bir konumdaysa ve siz de cam kenarında boş bir masa bulabildiyseniz keyfinize değecek yoktur. Endişelenmeyin, bu tür kafeler zaten her zaman boş ve sakindir. Müşterileri de her zaman fazla sessiz ve utangaç kimselerden olur. Zaten öyle bir kafeye müdavim olduğunuzda ancak belirli sayıda kimselerin o kafelere gittiğini, dışarıdan çok fazla müşterisi olmadığını gözlemlersiniz. Bunun birkaç sebebi olabilir: Dışarıdan göz alıcı yerler değildirler, genellikle merdivenle çıkılır. Ama bence asıl sebebi o kafelere dışarıdan bakıldığında kafe denilmesine bin şahit istemesidir. Bu kafelerin çoğu kafe olamayacak kadar eskidir. Zaten büyük bir çoğunluğu eski İstanbul evlerindendir ya…
Kafe sahipleri de ilginç tiplerdir. Bir mekân işletmek için fazla sessiz ve yumuşak başlılardır mesela. Mütevâzi ve her zaman fazla kibardırlar. Aynı zamanda fazla duygusal ve kırılgan olduklarını söyleyebilirim. Üsküdar’da böyle bir kafeye gittiğinizde son derece temkinli olmanızı öneririm. Sizin hüsnüniyetle yaptığınız bir hareket çok farklı yorumlanabilir ve istemeden de olsa bir insanı derinden üzebilirsiniz.
Bu kafelerin en kötü yanı kışın her zaman için soğuk olmalarıdır. Zaten fazla müşterisi olmayan bu kafeleri bir de ısındırarak masraf etmek istemiyorlar. Birçok kış gecesinde bu kafelerde montum ve atkımla oturmuş, yeterince sıcak olmayan bir bardak çayla zangır zangır titreyen dişlerimi susturmaya çalışmıştım.
Normal bir insan için o kadar da soğuk değildir bu kafeler. Ben o zamanlar sürekli çalışıyor, az uyuyor, yeterli beslenmiyor ve kendime bakmadığım için sürekli hasta oluyordum. Ayrıca çeşitli sebeplerden de doktora gidemiyor, ilaç kullanamıyordum. Yatmayı ve uyumayı boş bir iş olarak görüyor, kendime her gün yeni bir iş icat ederek hastalığımın dinlenerek geçmesine bile müsaade etmiyordum. Direnci iyice düşen çelimsiz bedenim ise hastalıktan bir türlü kurtulamıyordu.
Yine de İstanbul’un soğuk kış gecelerinde temkinli olmakta yarar var. 24 saat ulaşımın da olmadığı İstanbul’da kışın gece gezmeleri ancak arabanız varsa güzeldir. Diğer türlü otobüs beklerken soğuğun içinize işlememesi imkansız. Üşümemek için kendimi o kadar kasıyordum ki yurda geldiğimde bütün kaslarım ağrımış oluyordu. İyi tarafı ise uykuya dalma probleminiz varsa o gece kolayca uyuyabilecek olmanız. Kış geceleri gezmek, beni öyle yorardı ki yatağa yatar yatmaz uyur kalırdım. Bunun da bir kötü tarafı sabah kalktığınızda kendinizi yine yorgun hissetmeniz. Hele bir de rüzgârlı bir yerde oturuyorsanız sabah otobüsünü beklerken yiyeceğiniz rüzgâr sizi mahvedebiliyor. Bu tür durumlarda en iyisi arabanız olması. Arabanız yoksa ve öğrenciyseniz kış aylarında İstanbul, gezilecek bir yer değil ancak sonbahar mevsimi harika bir fırsat. Bence İstanbul, en güzel eylül- ekim- Kasım 15’e kadar olan aralıkta güzeldir. İlkbaharı ise çok sahtekâr olabiliyor.
Bu kafelerin dışarıdan çok eski göründüğünü söylemiştim. Öyle ki merdivenleri bile çıkarken içinizden “Ben kafe diye nereye gidiyorum.” diye geçirisiniz. Kapıdan içeriye girdiğinizde ise bambaşka bir dünyaya adım atarsınız. Duvarlarda Yunus Emre, Ahmet Yesevî, Necip Fazıl, İsmet Özel gibi islamcıların benimsediği yazarların portreleriyle karşılaşmanız oldukça doğal. Üç veya dört raflı, oraya temsilî olarak konulduğu çok fazla belli olan, yine islamcıların benimsediği yazarlardan oluşan, rafları düzgün ama az kitaptan müteşekkil bir kitaplık da dikkatinizi çekecek diğer nesnelerdendir. Kafe garip ve yorucu bir şekilde süslenmiştir. Anlamsız şekillerin yaydığı ikirciklik sizde tuhaf hisler uyandırır. Başta anlamaz ve bocalarsınız. Kafe çalışanları ve müdavimlerinde tuhaf bir hüzün vardır. Bir yandan gülümserler ama bir yandan o kafe sanki baştan ayağa hüngür hüngür ağlıyordur. Yumuşarsınız siz de. Salıverirsiniz kendinizi. Derin düşüncelere dalarsınız. Ben ki o kafelere hep yalnız gitmişimdir. Çoğu zaman yan masamda oturan üç-dört kişilik bir grubun sohbetine kulak kabartır, onların aşk maceralarını, yalnızlıklarını, vatan kurtarmalarını ilgiyle dinlerdim. Sonra kendime kızar, ne kadar uyumsuz biri olduğumu düşünürdüm.
Bazı bazı kızardım uyumsuzluğuma, bazı bazı sevinirdim. Hiç ama hiç merhamet etmezdim kendime…
İstanbul’da hep yalnızdım aslında. Başkalarıyla olduğum zamanlar bile yalnızdım. İçimde yalnızca bir başımaydım. Ne aklımda ne de kalbimde kimse yoktu. Kendime olan merhametsizliğim, büsbütün çirkin bir insan yapıyordu beni.
Bazen de insanlar benden kaçıyordu yalnız olmak için. Giderken “yalnızlıkla baş etmeyi öğrenmelisin” diye de not bırakmayı da ihmal etmiyordu.
Her zaman için hüzünlü bir şarkı çalar bu kafelerde. Hüzünlü olan her zaman elit görünmüştür insanların gözüne. Bu muhitler de hüzünlü şarkılar çalarak elit kisvesi altına bürünürler. O sırada hakkım olmayan peçetler alırdım peçetelikten. Gözlerime toz kaçıverirdi.
Toz demişken, kafelerin mutfak bölümleri her zaman için temizdir. Ancak bazı kafeler çok fazla tozlu olabiliyor. Bunu da haftanın altı veya yedi günü gece on iki-bire kadar açık olmalarına bağlıyorum. Yine de bu, bana göre mazeret olarak kabul edeceğim bir durum değil.
Her kafenin özel ayrılmış bir bölümü vardır. Bu bölümde herkes oturmaz. O bölüm, kafenin müdavimlerine özgüdür. O yer, daha bir özel süslenmiştir çünkü orayı süsleyenler, kafenin müdavimlerinin ta kendisidir. Bir ya da birkaç grup bu özel alana egemen olabilir. Kafe sahibi, bu tür toplantıları teşvik eder. Edebiyatla ilgili yüzeysel de olsa bilgi sahibidir. Bazen tartışmaların içine girer ve dinler. Sorulmadıkça görüş beyan etmemeye çalışır.
Tartışmalar, yüksek perdeden tartışmalar değildir. Bu sohbet ortamlarında çok zeki insanlarla karşılaşmazsınız. Bir şekilde edebiyatı seven insanlardır bunlar. Bazısı açıktan açıktan, bazısı gizli gizli yazmaktadır da. Genç olanlarının mutlaka büyük hedefleri vardır. Ünlü bir edip olmak, bu tür hedeflerdendir. İnsanları hayâlcidirler. Hepsi romantik ve millî- muhafazakâr insanlardır. Muhafazakâr olmak, onlar için aşırı normal, olmamak ise aşırı anormal bir durumdur. Her tartışmada en muhafazakâr olan düşünce kazanır. Bazen kimse kazanmaz, ortak bir sonuca varılır. O tür yerlerde istediğinizi söylersiniz ancak söylemleriniz önce İslâm’a, sonra Türklüğe uymak zorundadır. Göreceli bir özgürlükle karşı karşıyasınızdır.
Diğer bir edebiyat muhiti ise dergiler ve yayınevlerinin toplantı salonlarıdır. Dışarıdan da içeriden de pek hoş ortamlar değildir böyle yerler. Zevksiz ve öylesine döşenmiştir ki bu da çok normaldir. Dışarıdan baktığınızda bir edebiyat dergisinin yazhanesi olabilecek yer değildir buralar. Bazı dergiler veya yayınevlerinin sohbetlerinde ikramda da bulunabiliyorlar. Hatta dergilerini bedava dağıtan dergiler bile var. Bu kuruluşlar, sağa sola afiş yapıştırmazlar. Sadece onları bilenler o sohbettedirler. Dolayısıyla ancak edebiyatın içinde olanlar, bu toplantılardan haberdar olabilirler.
Tavsiye eder miyim? Açıkçası o toplantıların bana aç karnımı doyurmaktan başka bir faydası olmadı. Ama merak edenin gidip görmesini de isterim. Ancak geç saatte yapılan toplantılar kışın büyük problem yaratıyor. Yazın da olsa gitmek isteyeceğimi zannetmiyorum. Sağ edebiyatçılar aşırı yobaz ve de öyle insanlar yetiştirmek istiyorlar. Açıkçası kitap okumaya tercih edeceğim etkinlikler düzenlenmiyor.
İstanbul hayatımın en güzel günlerini Ali Emîrî Efendi Kültür Merkezi’nde geçirdim. Ali Emîri efendinin kendisiyle aramda tuhaf bir bağ vardı. Orada birçok konferans, sempozyum ve panele katıldım. Bedava konser ve tiyatro etkinliklerine gittim. Çocuk tiyatrosu izledim; tiyatrocularla sohbet ettim, fotoğraf çekildim. Hatta biletçi kadın tek bilet aldığımda ters bir bakış atmıştı bana. Sonra “Tek?” diye sormuş, ben de gülümseyerek evet demiştim. Sempozyum önceleri dağıtılan kuru pasta- meyve suyu ile açlığımı bastırdım. Kütüphanesinde oturdum, okudum. İstanbul’da en çok özleyeceğim yer Ali Emîrî Efendi Kültür Merkezi’dir. Orada hayatımı şekillendirdim. Ali Emîrî efendi kollarında büyüttü beni. Çok güzel insanlarla da tanıştım gittiğim etkinlikler öncesi. O zamanlar pek meraklı değildim biriktirmeye. Hepsi kaybolup gitti şimdi. Tek pişmanlığım biriktirmemiş olmak. Keşke daha fazla insan biriktirebilseydim…
Onun dışında bazı sahaflar ve kitapçılar da da böyle edebî sohbetlere rastlamak mümkün. Hatta devrin meşhur kültür adamlarına da rastlayabilirsiniz buralarda. Kitap kahveler, edebî muhitler için çok daha uygun. Bir kere yalnızca sağcı veya solculara değil her kesime hitap eden bir yapısı var. Üstelik sıcak bir ortam. Fazla bohem değil. O tür yerlerde yalnızlığınızı hatırlamıyor, aksine unutuyorsunuz. Hatta birkaç insan tanımanız bile mümkün. Mekân lüks olduğu için ortalama bir kafeden biraz daha fazla pahalı olabiliyor ama cebinizi çok da fazla yakacağını düşünmüyorum.
Kadıköy, eskisi kadar olmasa da önemli bir edebiyat merkezi. Akmar Pasajı civarında ateşli Marksist veya Liberal tiplere rastlayabilirsiniz. Aslında yararlı etkinlikler de düzenliyorlar. Onlardan solcular ve solculukla ilgili birçok şey öğrenebilirsiniz. Sağcılar gibi kasıntı değillerdir. Totaliter bir insan olmadığınızı anladıklarında sizinle çok daha rahat ve verimli konuşurlar. Ancak karşı cinse karşı çok çapkındırlar. Bir de sol grubun içinde hayli fraksiyon bulunduğundan bazı zehirli gruplar bu toplantıları sabote edebiliyorlar. Bu da huzursuzluk yaratıyor. Bir sol toplantıda öyle bir sabote edilmeyle karşı karşıya kalırsanız hiçbir şey yapmayın. Bulunduğunuz yeri terk etmeye çalışmayın, tepki alırsınız. Direnmeye, karşı çıkmaya da çalışmayın. Sabote eden, karşılık bulamayınca bir süre sonra susacaktır. Bir de fazla alkolik olmaları sorun yaratabilir. Bazıları gerçekten de ölçüyü fazla kaçırabiliyor.
İstanbul’da edebiyat ortamlarından beklediğimi alamadım. İstanbul’da dolayısıyla Türkiye’de edebiyat ciddi bir boşlukta. Sağcılar, kendilerine çeki düzen vermiyor; solcular sarhoş, milliyetçiler ise ortada yok. Ortaya çıksalar bile olmuyor. Birileriyle aklı başında bir iş de yapamıyorsun. Ben bir şey yapacağım ve birilerine “hadi gel beraber yapalım” diyeceğim, olmuyor. Benim kafamdaki iş, tam olarak oturmuyor. İstemediğim yerlere yöneliyor. Bu yüzden dergi çıkarmam, dergide yazmam. Birileriyle ortak olamam. Tek başıma iyiyim. Bundan sonra hiçbir edebiyat ortamının parçası olamam. Yazarım ama bir yere âit olmam. Edebî sohbet müdavimi olmam. İşin uzmanından işi dinlerim, o ayrı. Gidip ikinci- üçüncü sınıf bir şâirin kişisel fantezilerini dinleyemem artık çünkü büsbütün soğudum bu işlerden. Belki kırıldığımdandır, hayâl kırıklığımdandır.
Geldiğim noktada artık sözelcilerle de pek muhâtap olmak istemiyorum. Uçuk- kaçıklık, sürekli mutsuz olma, gereksiz duygusallık… Baydım artık. Hayatın dışında kalamam ben. Bu negatif etki, çok da etkilemiyor beni dozumda aldığımda. Biraz hüzünlenmek harika bir duygu ama genel olarak mutsuz olmayı kişiliğimle birleştiremem.
Acı, hayatın bir parçasıdır. Bunu öyle kabul etmem, mutlu olmamı sağlar. Ancak acı, hayatın bütünü ve kendisi değildir. Dikkât etmek ve dikkâtli olmak gerek.
İstanbul maceramda yapacağım işleri tek başıma yapmam gerektiğini, kolektif ve sürekli yapılan işlerin bana pek de yarar sağlamadığını anladım.
Okumak için İstanbul’u seçmem hiç de akıl kârı bir iş değildi. Hayatım, o dönem kötü gidiyordu ve İstanbul’a gelmem kötü hayatımı daha da kötüleştirdi. Büyük şehir, aynı zamanda büyük sorunlar demekti. Talihsizlikler üst üste geldi. Araya korona-virüs de tam alıştım dediğimde girince…
Ben de isterdim, daha çok şey anlatmayı…
Yine de kendime yatırım yapmaktan geri kalmadım. Benim tecrübelerim pek de fazla değil. Fazla olmayan tecrübelerimin ise çok azı bunlar. Bazı şeyler var ki kendi tecrübe etmeli insan. Anlatmayla ne kadar?..
Korkmadığımız gün, başardığımız gündür…