Öncelikle bu ve bunun gibi sorular, tarihin dolayısıyla da tarihçinin ilgi alanına girmez. 

   Bu durumu açıklamak için “Tarih, olmuş olaylar üzerinden ilerler.” denir. Ben bunu “Tarih, üzerinden yeterince bir süre geçen olmuş olayların bize görüneni kadarıyla yazılmasıdır.” olarak söylüyorum. Böylelikle tarihin; bir olayın tarih olabilmesi için üzerinden belirli bir süre geçmesi özelliğini, tarihin bir ilerleme problemi olmadığını, yaşanmış olayların bize bugünden görünebildikleri kadarıyla yazıya geçirdiğimiz anlatıların tarih olduğunu vurguluyorum. Hayat, asla sahnelenemeyecek bir oyunun sonsuz tekrarından ibarettir. Hiçbir tiyatro, film, dizi, öğreti kendi sahnesinde hayatı bize tam olarak canlandıramaz. O yüzden hayat, pratiktir. Yaşamı idâme etmek için yaşamak gerekmektedir. Tarih, bize yaşanmış olaylarla ilgili çeşitli ipuçları verir. 

   Tarih; bir kitapsa bazı sayfaları yırtılmış, bazı sayfaları koparılmış, bugüne kalan yazılı sayfaları ise biraz silik, biraz da anlaşılmazdır. Tamamını oku(ya)madığımız bir kitap hakkında yorum yapamayız. Bu kitap hakkında ancak tahminde bulunabiliriz. Tahminlerimizi kuvvetlendirmek için bu kitabın eksik sayfalarını kafamızda birleştiririz. 

   Kendi başımıza gelen olayların bile sebep ve sonuçlarını tam olarak saptayamazken o günün şartlarına hayli yabancı olduğumuz bir dönemdeki olayın sebep ve sonuçlarını sağlıklı bir şekilde nasıl değerlendirebiliriz? Henüz ebebeyninin yaşadığı dönemi anlayamayan bir insan hiçbir fikri olmadığı 200-300-500-1000 yılın öncesinin şartlarını sağlıklı bir şekilde nasıl düşünebilir? 

   Bu soruları uzatabiliriz ancak şu an için buna gerek yok. Bu yazıda tarihin ontolojik sorunlarına girerek tarih metadolojisi verecek de değiliz. 

   Tam olarak nüfûz edemediğimiz bir dönem hakkında misalli konuşmalarımız, tarihin alanına girmez. Bilim bu şekilde yapılmaz. Şart kipinin olduğu yerde tarih olmaz. Tarih, şart kipini kaldırmaz. 

   Dolayısıyla “Osmanlı Uluslaşabilir Miydi?” sorusu bir tarih konusu değildir. Ancak boş konuşma olarak değerlendirilmesi de yanlıştır. Bu soruya cevap aramak, öncelikle soyut düşüncenin gelişmesi açısından oldukça yararlıdır. Sonra sağlam bir beyin jimnastiğidir. 

    Ulus olabilmek için en birinci şart, dil birliğidir. Buna göre ulusçu biri için dil, kudsiyet ifade etmektedir çünkü ulus olmak, ideolojiden de öte bir inanç meselesidir. Ulus düşüncesi, Fransa’da ortaya çıkmıştır. Bunun en büyük nedeni ise matbaanın Avrupa’ya götürülmesidir. Çin, matbaayla 300 eser basmışken Avrupa’da matbaa gelir gelmez 30,000 eser basılmıştır. Sayılar değişkenlik gösterebilse de o dönem doğu ve batısının kültürel durumunu vermesi açısından oldukça önemlidir. Dolayısıyla Yeni Çağ’da Avrupa, zaten birikmiş bir durumdaydı. Bu da İstanbul’un fethinden sonra Avrupa’ya, özellikle de İtalya’ya kaçan bilim adamlarının başlattığı Hümanizma ve Reneissaince hareketleri ile bu noktaya gelmişti. Burada bir birikim söz konusuydu , bu birikim 11.yüzyıldan beri oluşmaktaydı. Öte yandan Doğu cephesine baktığımızda Osmanlı harici istikrar gösteren bir devlete rastlanmamaktadır. İran’ın tek derdi Şiiliği, Sünniliğe üstün kılmaktı. Doğu devletleri için önemli bir edebiyatçıya ya da âlime sahip olmak, siyasi bir üstünlüğe sahip olmak demekti. Fatih, Uluğ Beğ gibileri müstesna hiçbir padişah da direkt olarak sanat ve bilime destek olsun diye değil otoritesi ve siyasi üstünlüğü pekişsin diye sanatçı ve ilim adamlarını himaye ediyordu. Hele hele Osmanlı gibi merkezileşmemiş bir devlette devlet adamlarının nitelikli birer sanatçı veya ilim adamını himaye etmesi, hem âdettendi hem de rekâbet ettiği veya etmek zorunda olduğu devlet adamlarına karşı iyi bir göz dağıydı. 

   Avrupa’da ise devletten bağimsız olarak zengin bir aristokrat sınıfı vardı. Bu adamların çalışma ihtiyacı yoktu ve hayatlarında hiçbir amaç yoktu. İşbu sebeplerden bu insanlar sanata veya bilime yönelmiş ve bilim adamlarını ve sanatçıları desteklemiştir. Coğrafi Keşifler’i finanse eden Gemici Henrique, böyle aristikrat bir prens idi. Bu konuda Avrupa ile Osmanlı arasındaki temel fark şudur: İki durumda da sanatçı ve bilim adamı, ele güne karşı hava olsun diye desteklenmektedir ancak Batı bu desteği sırf iş olsun diye yaparken merkezileşmemiş Osmanlı için bu destek, bir zorunluluktur. Osmanlıda sanatçılar devlete, devlet de sanatçılara muhtaçtır. 

   Osmanlı, en parlak döneminde Ali Kuşçu gibi bir matematikçiyi kendisine çekmiştir çekmesine ama bunun ne devamı gelmiştir ne de esas sebep, bilimi desteklemektir. Bu, merkezileşmemiş ve merkezileşme yolunda adım atmayan devletlerin önemli bir sorunudur. Merkezileşme olmayınca bir bilim geleneği de oturamamıştır. Öyle ki 16.yy’da Kanunî’nin Mehdi olduğunu kanıtlamaya çalışan Osmanlı ulemaları, – Buna karşılık bu devirde batı âlimleri de Şarlken’in Mehdi olduğunu kanıtlamaya çalışmaktadır- 17.yy’da ise 16.yy’da nerede yanlış yaptığını bulup eski günlerine dönmeyi hedeflemektedir. Osmanlı, bu yüzyılda esas problemin kendi yap(a)madıklarından değil yaptıklarından kaynaklandığını düşünmektedir. Oysa ki 16. ve 17. yüzyıllarda yazılan eserlere baktığımızda önceki yüzyıllardan çok da farklı olmadığı, ciddi diye tartışılan konuların mesela Hızır (A.S.)’nin kimliği üzerine olduğu görülecektir. Bu dönemde İslâm âleminden Ibn-i Haldun gibi bir adam çıkmış ve gerçekten de Sosyoloji’nin temelini atmıştır ancak bunun çok da bir önemi yoktur. Bunun ilk sebebi, doğuda İbn-i Haldun’dan sonra onun ilmini devam ettirecek kimse çıkmamıştır. Zaten Osmanlı ulemaları arasında İbn-i Haldun’u anlayacak biri yoktur, anlayabilecek birileri çıksa bile kimsenin İbn-i Haldun’u anlamak işine gelmemektedir. Öyle ki Ibn-i Hâldun’un Mukaddime eserinin Türkçeye çevrilmesi için -o da bir bölümü- 19. yüzyılın ortalarına kadar beklenecektir. 

   Öte yandan Osmanlı; ilmî eserlerini Farsça, dinî eserlerini Arapça yazmaktadır. 16.yy’da özgün bir Osmanlı edebiyatı ortaya çıkmış ve Şeyh Gâlip’e kadar işlene işlene hoş bir Osmanlı şiir dili ortaya çıkmıştı. Ancak aynı güzellikte bir Osmanlı nesir dili oluşturulamamıştır. Osmanlı matbaayı aktif kullansa dahi bir, bastıracak nitelikli eserleri yoktur. Iki, bu eserleri anlayacak nitelikte insan da yoktur. Osmanlı ulusunun ortaya çıkamamasının asıl nedeni -ulusu, dilin meydana getirmesine rağmen- kurumsallaşamamış olmasıdır. 

   Fransa’da ilk gazete 1631 yılında çıkmaya başlamıştır. Bu durum, Marsilya’nın köyündeki bir köylünün Paris’in dilinden haberdar olması demektir. Bu da dil birliğini sağlamaktadır. Osmanlı, Balkanlara nüfûz edebilmiştir. Balkanlar, Osmanlının gözdesidir. Anadolu’da çıkan Celalî İsyanları’nın en birinci sebebi ekomiktir. Anadolu’yu garantiye alan Osmanlı, Anadolu’ya yaptığı yatırımı ciddi şekilde kesince Anadolu’da ekonomik sıkıntılar baş göstermiştir. Öte yandan Osmanlı’nın Arap coğrafyasında ne kadar otorite kurduğu da meçhuldür. Hayati Develi, Osmanlının Dili adlı eserinde Arapçadaki ve çeşitli Balkan dillerindeki Türkçe kelimelerinin sayısını karşılaştırarak Osmanlının egemenlik alanını sorgular. Yemen’de Osmanlı egemenliği ne kadardır ve bir Yemenli, Osmanlı otoritesini ne kadar tanımaktadır. Osmanlının gerileme döneminde başını hayli ağrıttığı eyalet isyanları, Osmanlının otoritesi ile ilgili bize ipucu vermektedir. 

   Osmanlı belki resmi gazetesini çok daha önce çıkarabilse Yemen gibi uzak eyaletlerde en azından gazete yoluyla bir otorite kurabilirdi ancak karşımıza yine merkezileşme sorunu çıkmaktadır. O dönem şartlarını düşündüğümüzde İstanbul’dan Yemen’e gazete kaç günde gidecektir? Paris ve Marsilya özelinde düşündüğümüzde bu iki şehir birbirine zaten çok yakındı. Aynı coğrafyanın, aynı tarihin eseri olan bu iki şehir arasında zaten pek fazla bir dil farkı yoktu. Bu iki şehirde konuşulan dil, birbiriyle etkileşime girmezse en fazla birbirine yabancı hâle gelebilirdi. İşte Avrupa’da gazete, kökleri aynı olan bu dillerin birbirinden uzaklaşmamasını sağladı. Oysa Yemen ve Türkler ne kadar yakın bir coğrafyadadır ve birbiriyle ne kadar ortak geçmişe sahiptir? Haydi dinî sebeplerle bir ortaklık olduğunu kabul edelim, bu ortaklığın Paris ile Marsilya arasında olduğu kadar olmadığı açıktır. Eğer o durum, o kadar olsaydı Osmanlı zaten çoktan uluslaşmıştı. 

   Osmanlı merkezi bir devlet değildi ve henüz kurumsallaşmamıştı derken Osmanlının mesela Hunlar gibi bir bozkır devleti olduğunu iddia edemiyoruz. Konar- göçer yaşam tarzı, Türklerin karakteridir ve Türk devleti, merkezileşe merkezileşe ancak bu kadar merkezileşmiştir. Bugün itibariyle Türkiye Cumhuriyeti, kurumsallaşma ve merkezileşmeyi sağlamış mıdır? Liberalleşen ve bireyleşen dünyada kurumların muhafazakâr yapıları, kurumların eski önemini kaybetmesine neden olmuştur. Buna karşılık Türkiye’de çoğu üniversite 30-40 yıllık bir geçmişe sahiptir. Kurumsallaşma ve merkezileşmenin tamamen olumlanması da doğru değildir. Ancak görünen o ki kurumsallaşmamış ve merkezileşmemiş devletlerin veya toplumların da birtakım büyük sorunlarla baş etmiştir ve etmektedir. 

   Bugünlerdeki İslamcı görüşün içerisindeki Osmanlıcılar ideolojik alt yapılarını, Tanzimat dönemindeki Osmanlıcılık düşüncesine dayandırmaktadır. O dönem Osmanlıcılık, geç kalınan bir düşünceydi ki Osmanlı aydınları da bu fikri fazla savunmamışlardır. 2. Abdülhamid; İslamcı bir politika izlemiştir.  İttihad ve Terakki yeniden Osmanlıcılık düşüncesini gündeme getirse -“Vicdân-ı muazzam olan Osmanlılarız biz”- Balkan Savaşları sonucunda Osmanlıcılık düşüncesi için geç kalındığını acı bir şekilde tecrübe etmiştir. Ancak İttihad ve Terakki’nin 1. Dünya Savaşı’ndaki politikası, Osmanlıcılık düşüncesinden tam olarak vazgeçilmediğini ya da benimsenen Türkçülük düşüncesinin hayli İslamcı olduğunu göstermektedir. 

   Her şey, kendi kendinin biriciğidir. Osmanlı da kendi içerisinde değerlendirilmelidir. Bu yüzden tarihe bir “hesap sorma” amacıyla değil geçmişteki gerçekliğin bir kenarından tutmak amacıyla yaklaşılırsa çok daha sağlıklı hareket edilmiş olur. 

   Geleneksel bir aile, güçlü olduğu dönemde bir baba etrafında toplanarak hareket eder. Ne zaman ki baba otoritesini kaybeder, o zaman aile efradının her biri tek başına hareket eder. Osmanlının durumu da böyledir. Dağılma döneminde kendi başına hareket edenlerin de kendine göre haklı sebepleri vardır. Bu durum sembolik olarak Mâi ve Siyah romanında da sezdirilmektedir. 

   Gelecek için nasıl ki “Olacak olan olacaktır.” diyorsak geçmiş için de “Olmuş olan olmuştur.” yorumunu yapabiliriz. Sonuçta olan Avrupa’nın uluslaştığı ve sistemli bir gelişme gösterdiği, buna karşılık uluslaşmanın Osmanlıyı parçaladığını ve Osmanlının, Avrupa kadar bir gelişme gösteremediğidir. Türkiye Türkolojisini maalesef iki yüz yıl geriye götüren milliyetçilik düşüncesi; görmemiz gerekenleri görmemizi engellemekte, kavga ve nifaklara sebep olmaktadır…