Kamunun farkında olduğu üzere Futbol’un Felsefesi; söz edilenin futbol olduğu yerde sosyal bilimlerden yararlanmayı ilke edinen, futbola objektif bakma iddiasında olmasa da dışarıdan bakmaya çalışan, özellikle ülkemizdeki futbolla ilgili teknik aksaklıkların sosyolojik yanlışlıklardan ileri geldiğini savunan bir formatı haiz. 

Ben Futbol’un Felsefesi’ni yazmaya başlayalı beri hem Beşiktaş hem Sergen Yalçın hem de Ahmet Nur Çebi, bana bu formatta işleyebileceğim bolca malzeme vermesine rağmen bugüne kadar Beşiktaş camiası hakkında tek bir yazı kaleme almadım. 

Bunun elbette çeşitli sebepleri vardı ancak tarafımca bugün Beşiktaş’ın içinde bulunduğu durumu, bozuk bir sosyolojinin çözülmesi olarak gördüğümden bu yazıyı da bugün kaleme alma ihtiyacı duydum. 

Bundan önce yakın bir zamanda yine Futbol’un Felsefesi’nde hakem hakkında konuşmanın nafile olduğunu “Hakemin Bir Maçı Katletmesi ve Eyyam Kültürü Üzerine” adlı yazımda işlemiştim. 

Oyun planları, taktikler, dizilişler sosyolojiyle, tarihle ama özellikle de futbol tarihiyle sanıldığından daha çok ilintilidir. Buna göre Beşiktaş, ne zaman popülist olmaktan sıyrılıp taraftarının ruhunu yakaladı, işte o zaman başarılı oldu. Yıldırım Demirören döneminde ne Portekiz çeteleri ne Alman hocalar ne de Gutiler, “başarı” getirmezken “FEDA” döneminde atılan temel, Beşiktaş’ı vasatın altı Türk kulüpleri içerisinde son 10 yılın en istikrarlı takımı yapmıştı. 

Her taraftar, her sosyoloji, her kültür takımına belirli bir oyun kültürü oluşturur ve bu oyun kültürünü bunu talep eder. Teknik direktörün oyun felsefesi ile camiânın oyun kültürü birbiriyle etkileşime girdiğinde başarı sağlanır. Örneğin Klopp, daha başaltı bir takımın hocası olabilecek, hem insana hem oyuna hem kendine hem de oyuncusuna bir şeyler katmak isteyen ve tempolu bir oyun oynatan bir hocaydı. Liverpool taraftarı ve oyun kültürü de ‘You’ll Never Walk Alone’dan da anlaşıldığı üzere hayata daima pozitif bakan, asla vazgeçmeyen, futbolu bir inanç olarak gören bir yapıya sahipti. Liverpool, çoğu zaman dünya yıldızı süperstarlara sahip olamamış, olsa bile elinde tutamamış, gösterişten uzak futbolcularıyla “mücadele ederek” kazanmaya çalışmıştı Jürgen Kloop da. 

Manchester City ile Pep Guardiola arasında da benzer bir uyum var. Pep Guardiola; oldukça pahalı bir oyunu “oynatabilen”, para harcatan ama o paranın karşılığını da verebilen bir hoca. Yönetimi de para harcamaktan asla tereddüt etmiyor. 

Buna göre Türk kulüplerinin de aslında çağrıştırdığı bir oyun tarzı var. Hatta taraftarın da bir beklentisi var. 

Bunlardan Galatasaray, topa sahip olma oyununu Türkiye’de yıllardan beri en iyi oynayan kulüp. Çünkü 96-2000 arası dönemde henüz posicion futbolu yeni olgunlaşmaya başlamışken genç Fatih Terim, posicion futbolunu ve gegen-press’i Galatasaray’da deniyor ve bu oyuna bir şeyler katmaya çalışıyordu. Konuyla ilgili Gegen-pressing ve Grande Terim adlı yazımı okumanızı şiddetle tavsiye ederim. 

Fenerbahçe taraftarı ise tempolu oyunu seviyor. Bu açıdan Fenerbahçe’nin Gegen-press’i bir kulüp prensipi olarak benimsemesi hem taraftarın beklentisini karşılamak hem de ülke gerçekleri açısından çok yerinde olur. 

Trabzonspor; bir efsanesi Ahmet Suat Özyazıcı ile tiki-taka benzeri bir oyun oynamış, diğer efsanesi Özkan Sümer’le Türkiye’ye 3-5-2’yi getirip Özkan Hoca’nın deyimiyle şoke pres, şimdiden bakıldığında gegen-press’e oldukça benzeyen bir oyun ortaya koymuştu. Trabzonspor’un getirdiği kültür ve zengin öz kaynağı göz önüne alındığında Trabzon’dan hem tekniğe hem de fizik kondisyona önem veren yeni bir oyun felsefesi neden çıkmasın?

Beşiktaş ise kendi içerisinde büyük bir kimlik krizi yaşamaktadır. Bir kere 3 büyük İstanbul kulüplerindedir ama Çarşı grubu, Anarşist- Sosyalist bir çizgidedir. Hem statükodan olmak hem de statükoya karşı olmak, çatışmayı getirmektedir. Tribünü sol görüşte olan bir takım, sağ futbol felsefesini benimseyemez. Beşiktaş’ın Abdullah Avcı ile doku uyuşmazlığı tam da burada başlıyordu. Abdullah Avcı, sağ futbol anlayışını benimsemiş bir teknik adamdı.

Beşiktaş’ta “FEDA” dönemi sonrası çözülme, belki de en iyi kadroya sahip olduğu dönemde, 17-18 sezonunda başlamıştı. Çünkü Beşiktaş, kültür itibariyle az imkânlardan çok şey ortaya koymakta mâhirdi. Ancak bu solcu futbol görüşü, şaşaalı dönemeleri yönetmeye yetmiyordu. Beşiktaş, ne zaman yüksek beklentilerle bir yıldız transferi yapsa, ne zaman iddialı ve gösterişli bir kadroyla yeni sezona girse başarısız oluyordu. 

Beşiktaş’ı, Beşiktaş yapanlar birer futbolcu, teknik adam, yömetici olmaktan ziyade odak noktasını “insan” olarak gören “değerlerdi.” Beşiktaş, kapıcı çocuğu Rıza Çalımbay’ın, Baba Hakkıların, alt yapıya yònelimle kazanılmış efsane üçlü Metin- Ali- Feyyazların, genç zihinlere futbol oynamayı hayal kurdurtarak öğreten Serpil Hamdi Tüzünlerin sayesinde yetişmiş Sergen Yalçınların, Anadolu’dan henüz sakalları yeni terlemiş olarak gelen Şifo Mehmetlerin takımıydı. 

Dolayısıyla Beşiktaş’ın olması gereken yer, kendine yeni değerler aramaya kalkmak değil kendini her gün yeniden keşfetmektir. Beşiktaş, ancak kendi içine döndüğünde başarılı olabilecek bir kulüp çünkü çok ama çok sağlam bir tribün kültürü ve felsefesine sahip. 

Beşiktaş’ta görev yapacak olan teknik adamın ve yöneticinin de mutlak surette bu tribün felsefesiyle çok sıkı bir bağ kurması gerekmektedir. Abdullah Avcı, bunu Beşiktaş’ta yapamadı. Bundan ders çıkarmış olmalı ki Trabzonspor’a gelir gelmez “kasket” modasını başlatmıştı. Sergen Yalçın, Beşiktaş’ın yetiştirdiği bir evladı ve efsanesi olarak bu Beşiktaş tribün felsefesinin en çok farkında olabilecek isimlerden biri. Ahmet Nur Çebi, “FEDA” döneminin mimarlarından. Ancak Beşiktaş, yönetimiyle ve teknik ekibiyle ne zaman şampiyonluğa oynayan bir kulüp hâline geldi, Beşiktaş camiasının duruşu da üslûbu da değişti. Sergen Yalçın, göreve geldiği 19-20 senesinde şiddetli ön alan presiyle, atletik oyunuyla, olabildiğince çabuk dikine, kaleye doğru oyunuyla 20-21 sezonu için zaten umut veriyordu. 

20-21 sezonunda Beşiktaş, Sergen Yalçın’ın oynatmak istediği oyuna daha yatkın futbolcuları transfer edince oyunu, birkaç adım daha ileri taşıma fırsatını buldu. Ancak bu gelişim yarım kaldı. Oyun, gegen-press’e çok benzeyen bir anlayıştan karşılaşmanın özellikle ilk anlarında şiddetli baskı, ardından topu rakibe bırakıp rakibin oyun kurulumu hatalarından faydalanarak skor üretme oyununa döndü. Beşiktaş, hiçbir zaman direnci kırılmış rakibine karşı, oyunu domine edip sete dönmeye çalışmadı. Bu da Beşiktaş oyununu bir yere kadar geliştirebildi. 

Zaten Sergen Yalçın’ın bir sonraki seneyi düşünerek planlama yaptığını düşünmüyorum. Sergen, karakter olarak “zayıf” birisi. Hayatı boyunca hiçbir işte sebat etmemiş ve sıkılgan. Beşiktaş’ın 20-21 senesindeki oyunu, ciddi şekilde level atlatılması gereken bir oyundu. Aslına bakarsanız geçen sene Beşiktaş’a 2 kupa aldıran temel nokta, Beşiktaş’ın oyunu değil rakiplerinin oyun anlamında oldukça “kötü” olmasıydı. 

Üstüne üstlük her kötü sonucun alınmasının ardından hakemlere karşı yapılan algılar, camiayı germektedir. Beşiktaş, bugün camia olarak 4-5 yıl öncesinin Trabzonspor’u gibi. Sergen Yalçın, oyuncuların sahada reaksiyon göstermediğinden şikâyet ediyor. Bu açıklama, bir teknik direktörün soyunma odasını kaybettiği anlamına gelir. 

Beşiktaş’ı sosyolojik olarak kavrayamayanlar, hakem kararları üzerinden taraftarla bağlantı kurmaya, bir kitlenin gerginliğiyle kendi yönetim zaafiyetlerini kapatmaya çalışıyor. Böyle bir durumun benzerini 17-18 senesinde de yaşamıştık ama bugünkü gibi bir hınç söz konusu değildi. Beşiktaş taraftarları yapısı gereği agresiftir ama bugün herhangi bir Beşiktaş taraftarıyla hiçbir konuda konuşulmuyor bile. Bu da hem Beşiktaş’a hem de ülke futboluna ciddi şekilde zarar veriyor. 

Burada bir yönetici grubunun, tabanını sürekli olarak gazlamasından bahsediyoruz. Benzer bir hastalıklı durum, Fenerbahçe’de de olmuştu ancak Fenerbahçe’de tabanın asabiyeti, tavandaki kişilerin değişmesine neden olmuş, sonrasında yeni tavan, tabana farklı bir şekil vermeye çalışmıştı. 

Geçen sene 4-1-4-1 olarak sahaya yerleşen Beşiktaş, bu sene Pjanic ve Teixeira’nın takıma katılmasıyla 4-2-3-1 ile 4-3-3 arasında bir geçişle oynamaya başladı. 

Pratik olarak sağ iç bölge oyuncusu Pjanic’ten ve savunma yönü zayıf Teixeira’dan daha iyi verim alabilmek için 4-2-3-1 mantıklı gelebilir ama diğer taraftan bu 4-2-3-1 ile 4-3-3 arasındaki başarısız geçiş, Ghezzal gibi play-maker’ın ve Larin gibi bir kanat forvetten alınan verimin düşmesine sebep olabilir. 

Beşiktaş, bu şekilde dizildiğinde Josef, çok daha rahat ediyor, Atiba, Ghezzal’a yaklaşıyor, Atiba’nın yerini Josef dolduruyordu. Ghezzal ve Atiba, geride kalıp sağ tarafı güvence altına alırken Rosier, 3. bölgeye doğru hareket ediyordu. Sol tarafta -Mensah yazdım ama orada dönem dönem Ljajic ve Oğuzhan da oynadı- Mensah, sol koridoru opere ederken Larin de Ghezzal’ın ters toplarıyla kendini unutturuyordu. Buna karşılık N’sakala, hücuma fazla destek vermiyor, Vida ve Wellinton’la savunmayı üçlüyordu. 

Gerek sakatlıklar gerek yoğun maç trafiği gibi sebeplerle Beşiktaş’ı ideal kadrosuyla pek izleyemesek de bu sene Sergen Yalçın, Şampiyonlar Ligi’ni de düşünerek 4-2-3-1 ile 4-3-3 arasındaki geçişe dayanan bir formasyonla oynamaya çalıştı. Ancak Ghezzal, Pjanic’in gelmesiyle birlikte asıl oğlandan yardımcı oyuncu rolüne düşünce hâliyle skor üretme konusunda geçen sezonun çok gerisinde kaldı. Larin ise zaten ikinci bir forvet niteliğindeydi ve bu oyun şablonu, topu saklayabilecek, skor üretmekten ziyade bekini de oynatabilecek, yeri geldiğinde 10 numaraya topla dönecek bir sol kanat forveti talep ediyordu. Alex, zaten belli ki fizik olarak oldukça kötü. Ayrıca kâğit üstünde 10 numara pozisyonunu işgâl eden bir oyuncunun olması, Ghezzal’ın içeri katedip şut atmasının da önüne geçiyor. Bu yüzden Beşiktaş, Pjanic’in uzun oynayıp Batshuayi’nin savunma arkasına yapacağı koşulara bel bağlamış durumda.

Beşiktaş, özellikle Şampiyonlar Ligi maçlarında kapandığında Pjanic’in sağ iç bölgede olması Ghezzal’ın top çıkarmak için orta sahaya gelmesine engel olurken Ghezzal’ı bir kanat-forvet rolüne mahkúm ediyor. E bu da topla birlikte hızla mesafe alamayan Ghezzal için çok büyük bir problem. Ghezzal istediği gibi oynasa ya Pjanic’le ya da Teixeira ile sürekli aynı yerlere basacak. Bu, zaten önünde boş alana ihtiyaç duyan Pjanic’in oyunun mahveder. 

Işin savunma boyutuna geldiğimizde ne Alex ne Larin ne Ghezzal ne de Pjanic, savunma kültürü olan futbolcular değil. Bunun üstüne Sergen Yalçın’ın herhangi bir savunma planı olduğunu da göremedim. Şimdi sol iç bölgeyi savunan Josef, pivotun çiftlenmesiyle eski performansının gerisinde. Umut’un defansif karakterde bir bek olması bu yüzden Beşiktaş’ın sol kanadını oldukça kısır hâle getiriyor. 

Son maçta Sergen Yalçın, bütün bu sorunlara 4-4-2 ile çözüm bulmayı denedi. Bunun neden işe yaramadığı zaten sorunun kendisindedir. 

Sorun bu kadar ortadayken teknik ekip, herhangi bir çözüm üretemiyorsa o teknik ekipte bir sorun var demektir. Yeterli süre verildiğinde çözülemeyecek sorun yoktur.  

Bizim burada teknik direktöre bir akıl verme girişiminde olmamız mümkün değildir. Hem takımla zaman geçirmediğimizden hem de haddimiz olmadığından taktiksel çözüm üretmeye kalkmamıza gerek yoktur ama camiaya birtakım dokunuşların verilmesi şarttır. 

Sergen Yalçın, bu takımı düzeltebilir mi? Düzeltmekten kastımızın ne olduğuyla ilgili değişen bir cevabı olur bunun. Eğer Sergen Hoca’nın bir rüzgârı arkasına alıp takımı puan cetvelinde üst sıralara taşımasını kastediliyorsa bunun için çok büyük birr reforma ihtiyaç yoktur. 

Bu anlamda bir düzelmeyse Beşiktaş, elbette düzelir, kupa da alır ancak Beşiktaş’ın gerçek anlamda bir düzelmeye ihtiyacı var. Bozuk bir sosyolojinin düzeltilmesi asıl konu. Bunun için de yönetici kafasının değişmesi gerekli. Bu da kısa dönemde oldukça zor. 

Elbette Beşiktaşlı yöneticiler de bu ülkenin evladı ve mevcut futbol ikliminden onlar da etkileniyor. Ancak unutulmaması gereken nokta, mevcut futbol ikliminde Beşiktaş camiasının da rolü olduğu. Her maçta, her basın toplantısında hakemlerden şikâyet eden, yedek kulübesinde elinde tabletiyle pozisyon tekrarlarını izleyen bir teknik ekibin oluşturduğu toksik ortamda aynı teknik ekipten sağlıklı bir karar alınması beklenemez. Varsa hakemler konusunda bir şikâyet bu, Beşiktaş yöneticileri ile ilgili kurumların yazışmalarıyla hâlledilecek bir konudur. Hakem kararları, hakem kararlarıyla ilgili verilen mücadele, taraftarı hiç ama hiç ilgilendirmez. 

Aynı taraftarın da sizden gelecek ile ilgili projelerinizle ilgili bir şeyler duymayı talep etmesi gerek. Ancak ne tabandan ne de tavandan, bir şeyleri değiştirmek adına hiçbir gayret yok. 

Çünkü Beşiktaş’ı yönetenler, oyun planlarını başkalarının zayıflıkları üzerine kurmuş. Çünkü biliyorlar ki Türkiye’de bu ortamda güçlü olmak mümkün değil. Böyle bir devrime öncülük edecek kadar sağlam bir bünyeleri de yok. O yüzden zayıflar arasında en güçlü olmaya çalışıyor Beşiktaş camia olarak. Bunu sağlamanın yolunun da seslerinin fazla çıkmasıyla olacağını düşünüyorlar. Bu yüzden Pjanic gibi, Alex gibi, Batshuayi gibi futbolcularla Şampiyonlar Ligi’nde de başarılı olabileceklerini sanıyorlar. 

Birinci olarak Beşiktaş’ın bir kimlik karmaşasından kurtulması, bir oyun kültürü inşa etmesi gerekmektedir. Bunun için de Beşiktaş’ın yönetimi, mevcut tavrından ivedilikle vazgeçmelidir. 

İkinci olarak mı? Ikinci hamle yolda olunduğu sürece kendiliğinden gelecektir. Zaten Jaspers’ın da söylediği gibi felsefe, yolda olmak demek değil midir?