Sırtımızı döndüğümüz gerçekler var. Görmek istemediğimiz çünkü görünce keyfimizin kaçtığı gerçekler bunlar. 

   Öyle ya hayat zor, insan olmak zor. Yaşamak zor, yaşatmak zor. Her şeyden önemlisi de tertemiz yaşayabilmek zor. 

   Yooo, bugün size hiç de pre-modern’den başlayıp post-truth ile ilgili analizler yapmayacağım. Bugün, bilimsel olamayacağım. Birkaç şey anlatacağım. Edebiyat yapıyor sanacaksınız ama hayır. İçimden geçenleri içimden geldiği gibi anlatacağım. İnanın, içimden ne edebiyat konuşmak veyâ anlatmak ne de sosyolojik izahlar yapmak geliyor. 

   Ülkemde halk olup da rahat etmek var mı? Bu halkın sırtı pek, karnı tok mu? Ağzına iki lokma götürüyorsa bunu hangi koşullarda yapıyor? Bunun üzerine kim düşünüyor?

   Emînim ki Türkiye’de çocuk olmak Türkiye’nin birçok yerinde zor bir mesele. Ben, Trabzon’da doğdum arkadaş! Bilsem bilsem Trabzon’da nasıl çocuk olunur onu bilirim. Başka bölgedekiler gücenmesin bana o yüzden. Ben, bildiklerimi anlatayım. 

   Hoş, her çocuk da Eren Bülbül gibi büyüyor değil Karadeniz’de. Eğer ki babanız işçi, küçük mekân sâhibi veyâ tarım ve hayvancılıkla uğraşıyorsa hayat sizin için zorlu oluyor. Çok küçük yaşlarda büyük sorumluluklar almaya başlıyorsunuz. Belki bağa bahçeye, fındıklığa belki de babanızın iş yerinde buluyorsunuz kendinizi. 

   Karadeniz’de birçok çocuk için büyümüş de küçülmüş derler. Yanlış. Onlar hiç çocuk olmamışlardır ki! Amcası, teyzesi yaşındakilerle çayır biçip bahçe belleyip işe gitmişlerdir. Yaşıtlarıyla oynamaları hep arada kaytarma ile olmuştur. Okula gidene kadar yaşıtlarıyla doğru dürüst oynamamıştır bu çocuklar. 15 yaşında köyde kara direksiyon Ford pikaplarını sürmeye başlarlar. Para kazanırlar. Komşusuna işe giderler. Evelallah ellerinden gelmeyen köy işi yoktur. 

   Ya da bakarsınız. Küçücük yaşında dükkânda hesap kitap işiyle uğraşır. Matematik dersinde problem çözemez ama dükkânın hesap kitap işiyle uğraşır. Aslında zekidir bu coğrafyanın çocukları. Nasıl zeki olmasın ki? Ama pek okuma işlerine girmek istemez. Çünkü bilir, babasının onu okutacak parası yoktur. Hem babası yaşlanmıştır. İşlere kim bakacaktır. İşçi almaya paraları mı vardı. Hiç değilse babasıyla berâber çalışıp da işlerini görsünler, anacığı-babası iyi olsun yeterdi. Eline iki kuruş para da geçti mi ondan iyisi yoktu. 

   Bu çocuklar öyle marka giyinmekten anlamazlar. Sırtlarına geçirecekleri bir Trabzonspor formaları olsun, onlar için fazla bile. Bakar bakar dururlar arkadaşlarının giydikleri yeni sezon formalara. Ama babası söz vermiştir. Şu fındığı toplasınlar ona çubuklu formasını alacaktır. Babası formasını alır almasına da forma orijinal değildir. Odundu, kömürdü, ihtiyaçlardı derken orijinal forma almaya para kalmamıştır. Sessizce boyun bükerler bu duruma bu yörenin çocukları. 

   Her zaman top da alamazlar. Haydi olsun da beş lira olsun bir top. Zâten fırsat buldukça öyle arada sırada top oynar. O top da patladı mı hüzünlenir. Belki yenisini alacak parası vardır ama ailesinden para isteyecek yüzü yoktur. 

   Bisiklet sürmek yerine el arabasıyla kömre (tezek) taşır. Hep birilerinin bisikletine heves eder, yine de kimseden bisikletini istemez. Öyle arada sırada bir iki tur atar, o kadar. 

   Hiç marka merâkı da yoktur. Arada sırada çarşıya inerler, annesi ona pazardan ne alırsa gider onu sever. Sevmek zorundadır alınan kıyâfeti. Hem annesini de kıramaz. Yaşıtları çakma ayakkabı giymeye tenezzül etmezken o, kara lastik giyer ayaklarına. 

   Âşık olur, söyleyemez. İçine gömer aşkını. Aşk için ne parası ne de zamânı vardır onun. 

   Yeri gelir çobanlık yapar ıssız dağ başında yeri gelir teröristi ihbâr eder, şehit olur. 

   Neden birisi çıkıp da karadeniz filmi çekerken bunları çekmeyip de mütahhit, şantiyeci, kuyumcu sınıfının sergüzeştlerini çeker anlamış değilim. Aslında ben anlamışım da onlar Karadeniz toplumunu anlamış değiller. 

   Neden bir yazar, bir şâir çıkıp da şu coğrafyanın zorluklarından bahsetmez? Neden bu anlattıklarım roman olmaz, neden şiir olmazlar? 

   İşinize gelmeyenler bunlar işte. Sizden yana olduklarında sorun olmayan ancak sizden yana olmadıklarında öteki dedikleriniz bunlar. Laz dediğiniz, Rum dediğiniz, Bizans artığı, Pontus dedikleriniz bunlar. Konuşmasıyla dalga geçtiğiniz insanların hayâtı kavga ve mücadele üzerine kurulu. Onların derdi sizin günlük çıkarlarınız, ahmak politikalarınız değil. 

   Biz Trabzonlular, siz istediğiniz zaman yöresel konuşup sizi güldürecek, tutmayan filmlere dâhil olarak filmin reytinglerini artıracak tipler değiliz. 

   Biz, siz gülün diye sinirli gezen, silah ve şiddet meraklısı insanlar da değiliz. Biz, istediğiniz zaman sizden istediğiniz zaman öteki olan bir toplumum kavgasının içinden çıktık, şimdi de bu toplumun hakkını savunmak için kavga veriyoruz. 

   Bu coğrafyanın evlâdının istediği tek bir şey var: Hani olmasa da olur ama şu dünyâda bir kez olsun sevilmek. Yaşarken birinin ona çıkıp da “Sen de olmasan ne olurduk, iyi ki varsın.” demesi. Bir kişi yahu! Sizin için yapılanın farkına varın. İyiliği takdir edip kötülüğü lânetleyin. İyilik yapın, iyiliğe gayret edin, iyiliği yayın. Birbirinizi sevin ve sevdiğinizi de söyleyin. 

   Şimdi kimse boşu boşuna “İyi ki varsın Eren” demesin. Eren için iş işten çoktan geçti artık. Bu coğrafyada henüz hayatta olan binlerce çocuk “İyi ki varsın” denilmeyi bekliyor. Biz, Eren’i “İyi ki varsın” diyemeden kaybettik. Kalle (hiç olmazsa anlamına gelen Trabzon ağzında kullanılan bir bağlaç) başka Erenler garip yaşayıp yine böyle garip gitmesin!