1.1. Yabancılaşmak
Her çağın kendine özgü problemleri olmakla birlikte bu çağın en büyük problemi olarak “yabancılaşmak” dikkati çekmektedir. Birçok düşünceye ve düşünüre göre modern insan; kendine, çevresine, doğaya, arkadaşlarına, topluma, insana ve insanlığa yabancılaşmış bir durumdadır.
Yabancılaşma, başta edebiyat olmak üzere pek çok sanat dalında konu edilmiş, çağımızda bu inatçı virüs tanımlanmaya ve tanınmaya çalışılmıştır.
1.1.1. Yabancılaşmayı Tanımlamak
Yabancılaşma, önce insanın kendini tanıyamamasıyla başlayıp daha sonra en yakınındakilerle arasına duvarlar örmesiyle devam etmektedir. Kendiyle baş başa kalabilen insanın aslında kendini daha iyi tanıması gerekirken insan, buna ters olarak, kendini tanıyamaz duruma gelmekte, dolayısıyla yabancılaşma hissine kapılmaktadır. İnsana olan yabancılaşma artık gerçeklikten tamamen kopmuş insanlar yetiştirirken bu bunalım, insanları kendi gerçekliğini oluşturmaya itiyor. Bu durumda zaten kendi içinde bir gerçekliğe sahip olan sporda topluma en çok mal olmuş futbol, hayattan ve insanlıktan giderek uzaklaşmaya başlıyor.
Bizi “insan” yapan, varolduğumuzun bilincinde olmamızdır ancak günümüz insanı, insan olmanın bilincine vardığı noktada insanlığını yitirmeye başlıyor. Bizi diğer canlılardan ayıran bilincimiz kuvvetlendikçe biz de insan olmayan diğer canlılar gibi oluyoruz. En güçlü yanımız, aynı zamanda en güçsüz yanımız oluveriyor ve bu yüksek bilinç bizi öldürüyor. Bu açıdan bakıldığında insanlığın kendi kendini yok edeceği fikri, basit bir komplo teorisinden ibaret gibi de durmuyor. Kendi varoluşumuzdan uzaklaşma, bizi bir başka şeye dönüştürürken kendimize olan yabancılaşmayı da başlatmış oluyoruz. Bu kendine yabancılaşma durumu aile, çevre, halk ve topluma, devlete bakış açısına da sirayet edip herkesin herkese yabancı olduğu bir toplumu oluşturuyor. İşte çağımızın derin yalnızlığının çıkış noktası burasıdır.
1.1.2. Futbola Yabancılaşmak
Futbol, gittikçe bir konsol oyununa benzerken bireysel yetenekler göz ardı ediliyor ve insana dair bütün hususiyetler ortadan kalkıyor. Günümüz Post Modernizm’i, son derece insani bir özellik olan sınırları zorlamayı, makineleşmek ve uzaylılaşmak olarak değerlendiriyor. Oysa futbolcunun genetiği, aldığı eğitim, çevresi ve kültürü hep ihmal ediliyor. İşte insana atfedilen makineleşmek ve uzaylılaşmak kavramlarının arkeolojisinde insana olan yabancılaşma yer alıyor.
Artık bütün bir dünya pas, pasın şiddeti, packing ve impact gibi kavramlarla zehirlenmiş durumda. İyi pas yapamayan, on beş kilometre koşamayan, atletizmi olmayan sporcular; futbol oynamaya ”layık” görülmüyor.
Oysa gittikçe küyerelleştiğini düşündüğümüz dünyada ”kendimize has” olanların çok daha fazla öne çıkacağını tahmin eder, bireysel ve yöresel özelliklerin daha fazla gündeme geleceğini düşünürdük. Bütün bu bireysel, yöresel ve ulusal değerler semboller çağının sınırları içerisinde önce takılıp kaldı; daha sonra ise o da bir sembole, bir medya malzemesine, bir ikona dönüşmek zorunda kaldı.
Trabzonspor, Çarşıbaşı’nın köyünde Abdülkadir‘e keşan motifli formayı giydirdi ancak Çarşıbaşılı Abdülkadir Ömür’ün yetişme şartlarını anlayamadı. Ve sonuçta kendi yaş grubunun en yetenekli futbolcularından biri olan Abdülkadir Ömür, Championship takımlarından Hull City’ye gitmek zorunda kaldı. Trabzonspor, bir değer üretemediği gibi var olan değerini de koruyamadı. Çünkü değerini koruyabilmesi, değer üretebilmesine bağlıydı.
Futbol da toplumsallaştıkça, daha doğrusu toplumsal olduğunun bilincine vardıkça ana önermesini kaybetmeye başladı: Hayat, fena halde futbola benzer. Artık futbol, gittikçe bir konsol oyunu mükemmelliyetçiliğine doğru evriliyor. Çünkü bugün futbolu takip edenler futbolu, sokaklarda değil bilgisayar oyunlarında öğrendiler. Bu yüzden onların gerçekliği, bizim gerçekliğin bozulduğunu iddia ettiğimiz şey.
1.3. Her Büyük Olay, Devrim Değildir
Xabi Alonso, öyle görünüyor ki bu yeni futbol anlayışının en büyük temsilcisi olacak. Çünkü gerek oynattığı oyun, gerekse tavırları modern menajer imgesini çok iyi bir şekilde karşılıyor.
Ancak şunun üzerinde durmak gerek: Acaba, bugün total futbol anlayışının bir sonucu olarak ortaya çıkan control-possesion ve gegen-press gerçekten bir devrim midir? 2008 yılında Pep’in Barcelona’nın başına geçmesiyle bugün tanınmaz hale gelen futbolda o gün gerçek anlamıyla bir devrime mi şahit olduk yoksa Pep’in yaptığı şey, bir burjuva hareketinden mi ibaretti?
Öncelikle halk devrimi ile burjuva devrimini ayırmamamız gerek. Gerçek bir halk devrimine halk öncülük eder. Halk devriminde çıkar gözetilmez. Burjuva devrimi ise sınıfının çıkarlarını korumayı tercih eder. Pep’in Barcelona’nın başındayken yaptığı şey, bireysel becerilere dayalı futbol anlayışına bir antitez üretmekti. Pas ile kapalı savunmaları aşacak, topa sahip olarak da yetenekli oyuncuların etkinliğini azaltacaktı. Bu yüzden Pep’in anlayışında topa sahip olmak, hücum etmekten önce savunma yapmak anlamına geliyordu.
Evrensel oyunu ortaya çıkarmak için evrensel oyuncuyu ortaya çıkarmak gerekir. Bu da alt yapıların, üst yapıların talep ve ihtiyaçları doğrultusunda değil insana değer katmak ve bireyin yaşam kalitesini iyileştirmek amacıyla oyuncu yetiştirdiği bir dünyada mümkündür. Çünkü devrim statik olmaktan çok uzaktır. Oyunun amacı, her futbolcuyu üç aşağı beş yukarı aynı tekrarları yapmaya zorlamak değil en başta insanların yaşam kalitesini artırmaktır.
1.4. Atakum ve Karadeniz Bölgesinde Kentleşme
Atakum, Karadeniz’in en modern yerleşim yerlerinden biri olarak dikkati çekmektedir. Öyle ki bütün Karadeniz sahili boyunca Atakum gibi modern mimariye sahip bir yerleşke yok. Atakum, AKP kentleşmesinin ve modernleşmesinin tipik bir örneği olarak da önemlidir. Çünkü bugünkü Türk toplumunu anlamak için Türk kentleşme tarihini anlamak gerekir. Türk kentleşmesi tarihinde ise Demokrat Parti’den başlayan sağ geleneğin önemli bir etkisi görülmektedir. Bu sağ siyaset geleneğini analiz edebilmek bize çağdaş Türk toplumunu oluşturan şartları verecektir.
Şunu belirtmek gerekir ki şehirleşme, Orta ve Doğu Karadeniz’in belki de en önemli sorunudur. Bu yüzden Orta ve Doğu Karadeniz’in Atakum gibi modern bir kent yapılanmasına ihtiyacı vardı. Atakum da buna son derece müsait bir yerleşim yeriydi.
Şehir merkezinin dağlarla çevrili olduğu ve nemli bir bölgede, kentleşmenin de bu doğaya uygun bir şekilde gerçekleşmesi gerekir. Bu açıdan bakıldığında bir üniversite yerleşimi olarak görünen Atakum, Karadeniz’in modern yüzünü temsil edebilecek bir potansiyele sahipti. Bafra ve Çarşamba ovalarında yapılan üretim, İlkadım ve Canik‘in el ustalıkları, üniversitenin etkisi ve modern şehrin çekiciliğiyle birlikte Atakum, lokal anlamda çok iyi bir pazar olabilirdi.
Her şehrin, bölgenin ve ülkenin kentleşmesi, getirdiği dokuyla birlikte kendine özgü olacaktır. Bugünkü Atakum sınırları, geçmişten gelen yüksek bir birikime sahip olmasa da İlkadım, böyle bir birikime sahipti. O hâlde İlkadım, Çarşamba, Terme, Bafra, Alaçam, Ondokuzmayıs gibi kırsal yerleşmelerin arasında yumuşak bir geçiş sayılması gerekirken Atakum, Samsun kentleşmenin hem başladığı hem de bittiği yer olarak kabul edilmeliydi. Bu nedenle Atakum’un merkezi Türk-İş ve Mimar Sinan mahalleleri değil üniversitenin de bulunduğu Körfez olmalıydı. Oysa bugün üniversite civarında neredeyse hiç hareketlilik ve canlılık yok. Bunun nedeni ise tramvay güzergâhının konut olarak düşünülmesi, tramvayın bölgenin cazibe merkezi olan sahilden uzak kalması ve tramvay yolunun duvarlarla çevrilip mahallenin iki yanını birbirinden ayırmasıdır. Sefer sayılarının yetersizliği, yavaşlığı ve ücretinin pahalılığı üniversite ile stadyum arasında sefer yapan, şehrin bu iki kıymetini birbirine bağlaması gereken tramvayın, şehrin ayırıcı unsuru hâline gelmesine yol açmaktadır. Aslında biraz daha çalışmayla birlikte tıpkı İlkadım ve Canik’te olduğu gibi Sinop Yolu’ndan geçirilmesi gereken tramvay, Atakum bölgesinde oy kaygılarıyla mahalle arasına sıkışmış ve mahalleyi de sıkıştırmıştır.
Nitekim Atakum’a başarısız bir proje olarak bakmak mümkündür. Üretim tüketim dengesini kuramayan Türkiye için Atakum, çok orijinal fotoğraflar veriyor. Çünkü bakıldığı zaman Modernizm’ini yaşamayan ve Modernizm’e eklemlenmekte çok geç kalmış Türkiye’ye yabancı olan kentleşme, Karadeniz bölgesine çok daha yabancıdır. Bu sebeplerden Atakum, lokal anlamda bir cazibe merkezi bile olmayı başaramamış ne geleneksel toplum içerisİnden çıkan kesimi ne de modernizim hayranlarını tatmin edebilmiştir.
Atakum’un birkaç seviye daha ileri gidememesinin en büyük nedeni, işte bu lokal anlamda cazibe merkezi olamamasındandır. Türkiye’de tarım sektöründe istihdam edilen nüfûsun çok büyük bir bölümü nitelikli veya niteliksiz olarak istihdam sektörüne geçiş yaptı. Bu, aynı zamanda büyük şehirlerin iş kapısı olarak görülmesine ve hızlı bir şekilde köyden (kırsaldan) kente yol açtı. Ancak aynı oranda tarımda makineleşemeyen ve parasal genişlemeyi değil vergiyi tabana yaydıkça yayan 22 senelik Türk hükûmeti, ne kadar lokal anlamda Atakum gibi projeler geliştirmeye çalışsa da -Balıkesir, Bandırma; Bilecik, Bozöyük gibi- ulusal bazdaki programlarla çatıştığından başarısız oldu. Bugün Çarşamba, Terme ve Bafra’nın gençleri ya çoktan büyük şehirlere göç etmiş ya da göçmek istemektedir. Daha bir nesil öncesine kadar toprağını ekip biçen, tekel fabrikasında çalışan veya hayvancılık yapan Samsunluların çocukları, bugün tamamen olmasa da büyük oranda toprağına, şehrine, kültürüne ve spor kulübüne yabancılaşmaya başlamıştır.
1.5. Samsunspor, Bir Şehir Takımıdır
İşte şehir ile Samsunspor’un arasının bu kadar açık olmasını, bu “yabancılaşma” kavramı üzerinden açıklamak mümkündür.
Çoğu zaman birbiriyle hiçbir organik veya mekanik bağı olmayan insanların bir arada yaşamak zorunda olduğunu görüyorsunuz. Samsunspor ise çoğunlukla İlkadım, Canik, Çarşamba ve Terme’nin stadyuma yakın ve modernleşmeye karşı direnen kesimin takımı. Oysa sermaye ve asıl şehir Atakum’da. Bu bağlamda takım, şehrin çok dışında kalıyor. Öte yandan stadyumların şehir dışına “itilmesinin” bilinçli bir proje olduğunu görüyoruz.
Diğer taraftan bir Vezirköprülünün, Havzalının kendini ne kadar Samsunlu hissettiği ve kendini ne kadar Samsunluluk potası altında erittiği de meçhül. Böyle bir şey olmuş olsaydı o hâlde kapsayıcı bir Samsun kültüründen bahsedebilirdik. Oysa bünyesine yeni ilçelerin de katılmasıyla sürekli büyüyen, tarih boyunca birçok göç almış ve demografik olarak zaten karışık Samsun’da böyle bütünleşik bir kültüre rastlamak mümkün değildir.
Tüm bunları göz önüne aldığımızda Samsunspor’un neden 2. lige ve Yüksel Yıldırım‘a kadar düştüğünü açıklayabilmek mümkündür. İktidar, takımları şehirden kopararak aslında onların gerçek denetçi ve destekçilerini bertaraf edip yerine kendi atadığı denetçi ve destekçileri koyuyor. Bu da her bakımdan “yapıntı” bir organizasyonla karşı karşıya kalmamıza neden oluyor. Bu yapıntı organizasyonda sebepler açık bir şekilde belliyken kimse bunları çözme cesareti gösterememekte, kimse sorunların üzerine gidememektedir. İşte Samsun, Adana Demirspor ve Ankaragücü gibi kulüplerin içinde bulunduğu durum budur.
Bugün Samsun’da Samsunspor’u desteklemeye yönelik belediyenin ve yöneticilerin bir hareket başladığını görüyoruz. Maç günleri toplu taşıma araçları şoförlerine Samsunspor forması giydirmekle, toplu taşıma araçlarına “Bugün Günlerden Samsunspor” yazmakla şehrin insanı spor kulübüne çekilmez, çekilemez. Bu insanları tribüne doldursanız bile bir futbol takımına gerekli olan taraftarlığı alamazsınız. Çünkü o, en başta kendine yabancıdır.
1.6. Peki Biz Ne Yapabiliriz?
Karl Popper, bilmenin ahlaki bir sorumluluk taşıdığını söyler. Çünkü kötü bir durumla başa çıkabilmek için önce o durumu tanımamız ve tanımlamamız gerekir. Ancak eğer toplum olarak bilgiyi talep edersek bu kez de kötü durumlara sebep olmaktan kaçınırız. O halde öğrenmek ve öğretmek, bizim sorumluluğumuzdur. O halde hepimiz hem öğrenci hem de öğretmeniz. Böyle bir durumda talep etmekten başka çaremiz yok. Peki neyi talep edeceğiz? Kendi evlatlarımızın oynamasını mı yoksa paranın yabancıya gitmemesini mi? Ya da yabancı ve yerli ayrımı yapmadan hak edenin oynamasını, hak edenin kazanmasını mı? Türkiye bu mevcut şartlarıyla kendi özüne kapansa futbol kulüpleri de tıpkı üniversiteler gibi bacasız sanayi olarak görülüp taşranın ekonomisini ayakta tutan mekanik unsurlardan biri haline gelir. Ki bugün üniversiteler gibi spor kulüpleri de birilerinin bütçelerine katkı sağlamak amacıyla faaliyet göstermiyorlar mı?
Samsun’un ekonomisi, ama bundan da önemlisi Samsunluların dayanışması Samsunspor’u meydana getirmelidir, Samsunspor, Samsun kentini değil. Bu açıdan bakıldığında Samsun’dan çok daha fazla göç veren ve yalnızca küçük fındık bahçelerine sahip, neredeyse hiç sanayileşememiş Trabzon’un göçünün neredeyse tamamını da İstanbul’a vermesine rağmen, İstanbul takımlarına karşı meydan okuması, Trabzonlu kimliğini Trabzonsporlu kimliği ile birleştirebilmesi gerçek anlamıyla bir devrimdir. Samsunspor’un başarması gereken de budur. Samsunspor ancak Samsunlunun dört büyüklere karşı oynadığı maçlarda dört büyükler için değil Samsunspor için geldiği durumda tutunabilir. Bu da Samsunlunun koşulsuz şartsız Samsunspor’u sevmesi ve Samsunspor’u tercih etmesiyle mümkündür. Bunun mümkün olabilmesi içinse taşra kentlerinin lokal anlamda bir cazibe merkezi olması, taşra kentlerinin lokal anlamda cazibe merkezi olması içinse taşra kasabalarının ve köylerinin bir üretim merkezi haline gelmesi gerekmektedir. Türk halkının canı sıkılana kadar boş kalmak ile canı çıkana kadar çalışmak iki aşırı ucundan bir an evvel kurtarılması gerekmektedir. Görülecektir ki birçok siyasi, sosyal, kültürel, sportif vs. sorunların kökeninde Türkiye’nin üretim sorunu yer almaktadır.
Evet, talep etmekten başka çaremiz yok ancak talep kadar da kuvvetli başka hiçbir şey yok.
Sonuç Yerine
Modernizm’i bir “bozulmanın tarihi” olarak gören her anlatıya da karşı olduğumu söylemek zorundayım. Çünkü geleneksel taraftarlık anlayışını akıl süzgecinden geçirdiğimizde orada da birçok sorunlu durumla karşı karşıya kalırız. Dolayısıyla gelenek iyiydi, geleneğe dönelim gibi uçuk bir fikre sahip değilim, köktenciler sevinmesin.
İnsanların insanca yaşamak umuduyla göçtüğü metropollerden insanların insanca yaşamak için göçmek istediği kasabalara geldik. İşte böyle bir durumda örneğin Samsun, yeniden bir cazibe merkezi olabilir. Ancak bunu bireyler, bilinçli ve farkında olarak iktidara ve devlete rağmen kendi hür teşebbüsleriyle yapacaklardır, bir politika sonucu olarak değil.
Samsun gibi takımların tutunabilmesinin şartı Yüksel Yıldırım gibi sermayedarların kahramancılık oynaması değil insanların ölmeden önce toprağa dönmesindedir.