Sorsan futbolla yatıp kalkan, futbolla iç içe olan bir ülke Türkiye. Oysa futbolu anlamak, sorgulamak, düşünmek ve futbola dair fikir üretmek konusunda oldukça eksik kalıyoruz.
Doğru düşünme yollarını bilmiyoruz, hayata bakış açımız oldukça sorunlu. Fikir üretmek yerine kitleye uyarak ya da kitlenin hoşuna gideceği şekilde hareket ediyoruz. Linç kültürünün dizlerimizi her an titrettiği bir ortamdan sağlıklı doneler beklemek boşuna bir ümittir. Bizler futbola bireysel performans üzerinden yaklaşmaya devam ederken modern futbol, saha dışında olgunlaştırılıp saha içinde yorumlanan bir spor hâline geldi. Bu yüzden başarıyı ruha, başarısızlığı da hakem, zemin, yorgunluk gibi bahanelere bağlıyoruz.
“Hayat, fena hâlde futbola benzer.” içerisinden türlü türlü anlamlar çılarabilecek bir söz. Bu, algıda seçiciliğimize göre de değişiklik gösterebilir. Mesela benzeyen hayat mıdır yoksa futbol mu? Hayat, futbola benzer mi yoksa futbolun ta kendisi midir? Futbol, hayatın içerisinden parçalar mı sunar yoksa futbol, hayatın bir bütünü müdür? Öyleyse hayat ve futbol nasıl bir şeydir? Neden içerisinde hayat ve futbol, geçen bu sözün anlamı hem bu kadar muğlak hem de ayan beyan ortada? Hayata ve futbola bizi düşündürmeye iten, çeşitli sorular sorduran, filozofi yapmamızı sağlayan o gizil kuvvet ne?
“Futbol, yaşam için bir ütopyadır.” diyor Jean Paul Sartre. Söz konusu olan yine futbol ve bir aforizma daha. Üstelik bu sefer ütopya kelimesi kullanılarak hayata, hayatın kendisine değil hayatın da ötesine, uç bir noktaya atıf yapılıyor. Sözü dikkatlice inceleyelim: Cümlenin yüklemi, “bir ütopyadır.” söz öbeği. Özne tabiî ki futbol. O hâlde Futbol, bir ütopyadır desek yanılmış olmayız. Peki ne için? Yaşam için, yaşamak için. Yaşamanın temelinde olan şey ne? En temelde ne varsa onlar! Futbol, bir ekmek kavgasıdır dostlarınla birlikte verdiğin! O dostluğu sağlayan, birbirinden farklı mizaçta insanları bir araya getiren en basit ve masrafsız oyundur futbol. “İnsan, hayal ettiği müddetçe yaşar.” demiş Yahya Kemal. Ömrü boyunca hayal kurmaktan kaçmış, bir köşeye saklanıp hep bir yerlerden, bir şeylerden korkmuş, çekinmiş kimselerden futbolcu olur mu? Kaleci olmak isteyen bir çocuğun zihninin sınırları kaleci olmakla sınırlandırılmıştır. Bu bir şartlanma ya da hedefe odaklanma değil ufkunu köreltmektir. Ütopya bizlere hiç gol yemeyen bir kaleci olmayı düşleme imkânı verir. Futbol; güçsüzün güçlüyü yenme ihtimali olduğu, güçsüzün bir gün âdil bir güçlü olma ihtimalini kendinde sakladığı için “güzel” bir oyundur.
Şüphesiz hiç gol yemeyen bir kaleci olmak, realiteye aykırıdır. Ütopyanın varoloşu da zaten realiteye aykırı olmasındandır. Eduardo Galeano’nun hiç erişilmeyecek bir ütopyanın ne işe yarayacağı sorusuna bir başka Latin Amerikalı yazar Jose Saramago: “Uzun uzun yürümeye dostum.” diye cevap verir. O hâlde evet, felsefe tam da yolda olmaktır. Hayat ise fena hâlde futbola benzer. Futbol da yaşam için bir ütopyadır. Hayata tutunmak için, yaşamak için, sevgi için, kardeşlik ve kenetlenmek için futbola ihtiyaç duyuyoruz; birbirimizden uzaklaşmak için değil. O yüzden futbol bizlere her şeyimizmiş gibi geliyor. Çünkü bizler sokak aralarında futbolla büyümüş insanlarız. Biz futbola her şeyimizden verdik, futbol da bize her şeyinden. Futbol ve insan, dolayısıyla da sosyoloji ayrılmaz bir bütündür. Cem Dizdar’ın da dediği gibi “Futbolda biraz her şey, her şeyde biraz futbol vardır.”
Bir ütopyanın varoluşunu sağlaması için gerek şart, felsefesinin olmasıdır. Futbolu anlamlandırmak için önce hayatı anlamlandırmak gerekmektedir, anlamlandırmak için de harekete geçmek. Hayata karşı bir fikri olmayanın futbola, futbola karşı bir fikri olmayanın da hayata dair bir fikri yoktur. Futbol, ciddi şekilde önerme içeren bir spordur.
Futbolda olan her şey, hayattan alınmıştır. Hayat, futbolu inşa ederken futbol da bambaşka bir hayatın mümkün olduğunu göstermiştir. Başta alt kültürün kendini ifade ediş biçimi olup ütopik bir spor olan futbol, kitlelere yayıldıkça realist ve pozitivist bir hâl almıştır. Hâliyle -buna özünden uzaklaşmak diyemezsiniz- futbol da büyük bir değişim geçirmiştir.
Futbol, bir hayal kurma oyunudur. Hayal kuran çocuklar var oldukça da futbolun amatör tarafı hep var olacaktır. Futbol, ne kadar modernleşirse modernleşsin özü itibariyle amatör bir spor dalıdır.
Galatasaraylı taraftarlar, 14 sene sonra aldığı lig şampiyonluğunu Boluspor maçında “Yetmez bize 1 kupa/Hedef artık Avrupa!” diyerek kutluyordu. O zamanlarda kurulan bu hayal, 1/250’lik ihtimalin gerçek olmasına vesile olup bir ütopyayı mümkün kılıyordu.
Yönetmenliği Yeni Sinemacılar ekolünün kurucusu Serkan Akar tarafından yapılan Dar Alanda Kısa Paslaşmalar, futbol ve sosyal hayat hakkında o dönemki bazı gerçekleri göz önüne sererken hem hayata hem de futbola dair düşünmeye sevk eden bir film.
Öte yandan Dar Alanda Kısa Paslaşmalar, ülkedeki mevcut futbol iklimini düşündüğümüzde hakkı ödenemeyecek bir hizmette bulunuyor. Ancak bununla ters orantılı olarak film hakkında dişe dokunur ne bir çalışma ne bir yazı ne de bir eleştiri var. Eleştirmenler filmin hayat ile futbol arasındaki bağlantısına vurgu yapıp: “Aman ha, tam bir futbol filmi değil.” diye eklemeyi de ihmal etmiyor. Spor yorumcularından yalnızca Cem Dizdar, programlarında izlenilmesi gereken bir film olduğunu her fırsatta söylüyordu.
İzleyici yorumları da bu konuda sınıfta kalmış görünüyor. Ekşi’de film içinden bazı aforizmaların yazıldığını bunlar üzerine iki kelam edildiğini görmek mümkün ama ekşi standartlarına göre bu entrylerin seviyesi de oldukça geride. İMDB ve Beyazperde.com’daki yorumlar ise ayıp olmasın diye birkaç laf edilip beğendim veya beğenmedim denilerek geçiştirilmiş.
Eleştiri elbette olacaktır değil, bu söz bile kritik etmenin ne anlama geldiğini anlamadığımızı ortaya koyuyor, mutlaka ve mutlak olmalıdır ki bir şeyler gelişebilsin. Esasen Dar Alanda Kısa Paslaşmalar, Türkiye’nin entelektüel seviyesine fazla bir filmdi. O yüzden ne futbolda ne hayatta ne sinemada çıtayı üste taşıyamadık. 40 yıl öncesinin anlatıldığı toplumda kendimizi bulmamız ya da bulamamız filmin bir klasik olmasından değil yerinde saymamızdandır. Hayatta yaşanmışlık biriktirmekten daha değerli bir şey yoktur çünkü o az da olsa gerçek bir hüzün saklar koynunda. Serkan Akar’ın gençlik anılarından hareketle çektiği bu film, daha çok konuşulmalıydı.
Sonuç odaklı düşünen kitle, filmin IMDB puanına, beğenen veya beğenmeyen sayısına göre filmi yorumlayadursun Dar Alanda Kısa Paslaşmalar, Amerikan kültürünün yaydığı skor odaklı futbol yorumuna derin bir eleştiri getiriyor. Film bizlere futbolun endüstrileşerek özünden koptuğunu, önemli olanın şampiyonlukların, skorların veya gollerin değil birlik beraberliğin ve kardeşliğin olduğunu söylüyor. Eğer Dar Alanda Kısa Paslaşmalar hakkında konuşanlar filmin verdiği mesajı anlamış olsaydılar kuru bir şekilde beğendim veya beğenmedim demek gereği duymazdılar. Kâh filmi izlerken hissettikleri duygulardan, kâh kendilerini yerine koydukları film karakterinden, kâh da çocukluk anılarından bahsederdiler.
Mesela ben, Trabzon’un Vakfıkebir ilçesinin Kemaliye Mahallesi’nde arkadaşlarımla sabahtan akşama kadar top peşinde koşmanın yanında güneşin bastırdığı zamanlarda bir kenara oturur, kâğıt kalemi hazırlar menajercilik oynardık. Bu oyuna göre mahalledeki her erkek çocuğunun bir takımı vardı ve bizler o takımın hem başkanı hem antrenörü hem de oyuncusuyduk. Istediğimiz kadar transfer etme hakkımız vardı. İzlediğimiz her futbolcuyu, transfer edebilirdik. Yalnız bir şart vardı: O da izlediğimiz futbolculardan başkalarına bahsedip “Onu ben aldım, o futbolcu benim takımımda.” demekti. Bende pek “yıldız” futbolcu olmadığından Belçika, Hollanda, Arjantin, Brezilya gibi ligleri NTV Spor’dan sıkı takip ederdim. Öyle ki Paulo Henrique’yi daha Belçika’dayken keşfetmiştim. Lukaku’nun Belçika’daki gelişimini neredeyse gün gün takip ediyordum.
Aramızda transfer de yapabiliyorduk elbette. Tabiî bu tür işlerden potansiyelli gençleri çoğunlukla ben bulduğumdan ben kârlı çıkıyordum.
Bütün bu takımlar da bir lige tâbi idi. Bu lig aramızda yaptığımız teke tek tek kale maçlarla oynanıyordu. Ben bunun haricinde ilk 11’imi bir kâğıda defansına, orta sahasına ve forvetine dikkat ederek bir kâğıda çizer; futbolculara nasıl daha iyi ve etkili gol attırabilirim diye çizimler yapardım. Bir nevi çizilmiş hücum planıydı bunlar. Nerelerden şut vurulacak, kaç pas yapılacak, bekler hangi durumlarda hücuma çıkacak, hangi durumlarda savunmada kalacak?.. Hepsi.. Hepsi bir plan dahilinde olan şeylerdi.
Öte yandan Dar Alanda Kısa Paslaşmalar, ayrıntılarıyla ön plana çıkan bir film. Aslında verilmek istenen ana bir mesaj yok. Film, bize hazır bir önerme sunmak yerine bizden bir önerme üretmemizi istiyor. Afişine “Hayat, futbola benzer fena hâlde.” yazılı olsa da bu önerme, üzerine düşünülmesi gereken, bir sonuç olarak değil yeni sonuçlara ulaşmak için söylenmiş bir söz olarak karşımıza çıkan bir söz.
Serkan Akar’ın, Sartre’ın: “Futbol, yaşam için bir ütopyadır.” sözünü bilip bilmediği konusunda bir fikrim yok. Belki ben bu sözü fazla içselleştirdiğimden filmde arka planda sezdirildiğini düşünmüşüm belki de Sartre, futbol hakkında sandığımızdan çok daha bilgece bir söz söylemiştir. Ancak emin olduğum tek şey, Serkan Akar’ın kendini mükemmel bir şekilde ifade ettiği.
Bazı yerlerde filmin süresinin biraz uzun tutulduğundan söz edilmiş. İşte bunu gerçek bir eleştiri olarak alabileceğimizi düşünüyorum. Ancak bu eleştiriye hak vermek de pek mümkün görünmüyor çünkü film, gelenekleri yansıtmayı kendine bir amaç olarak görmemiş. Gelenekler, filmin arka planında küçük ayrıntılarla veriliyor. Örneğin futbolcular antrenmandayken içlerinden birini babasının çağırması üzerine Haci’nin: “Baban çağırıyorsa önemlidir, git!” demesi geleneksel toplumda babanın otoritesine ve çocuğun kaç yaşına gelirse gelsin hâlâ çocuk olduğuna gönderme yapan bir sahne var. Tüm bunları N. Aysun Akıncı Yüksel’in yazdığı Taşra, Gelenek ve Toplumsal Cinsiyet: Dar Alanda Kısa Paslaşmalar adlı makalede bulabilirsiniz.
Filmin geleneklere yaklaşımı da oldukça hoş. Gelenekler ve sokak arası kültürü bir kamera sessizliğinde filme yansıtılmaya çalışılmış. Gelenekler ne yadırganıyor ne de övülüyor. Aksine gelenekleri olduğu gibi yansıtma çabası, Modernizm’in geleneklere karşı köktenretçi anlayışına karşılık izleyicilerin geleneklere akılcı bir yolla yeniden yaklaşmasına olanak tanıyor.
Filmde futbolun endüstrileşmesiyle amatör ruhtan profesyonelliğe evrilmesi de önemli bir yer tutuyor. Endüstriyel futbol, profesyonel olmayı salık veriyor. Parası olmayan Esnafspor, başarılı olmasına rağmen yeterli kaynağı olmadığından profesyonel lige çıkamıyor.
Tabiî burada amatörlüğün mü profesyonelliğin mi daha iyi olduğu futbol gerçeği açısından bölgeden bölgeye, şehirden şehire, takımdan takıma değişecek bir durum. Trabzonspor’un 4 kulubün birleşmesiyle kurulması belki mahalli ligi kötü etkiledi ama Türkiye’ye de Anadolu’dan bir şampiyon, bir temsilci kazandırdı.
Eğer mesele amatörlük ve profesyonellikse odaklanmamız gereken taraftarın reaksiyonudur. Türkiye’de profesyonel kulüpler hâlâ amatörce desteklendiğinden ve en önemlisi amatörce yönetildiğinden amatör olmaktan profesyonel olmaya giden süreç, bir dram olarak görülebilir.
Müslüm Gürses’in de söylediği gibi: “Deli gibi sevmek, ruhumuzda var!” Bizler deli gibi sevmek istediğimiz için takım tutan bir ülkenin evlatlarıyız. Bizler; babanın çocuğuna, eşin eşe, arkadaşın arkadaşa, kardeşin kardeşe sevgi göstermesinin ayıp sayıldığı bir toplumda büyüdüğümüz için futbol takımlarını destekliyoruz. Bizler sevginin hata, nefretin ise insani bir duygu sayıldığı bir toplumun havasını soluduk. Hiç severken hata yapmaya fırsat verilmediği için hata yapa yapa korkusuzca sevecek bir şeyler arıyoruz. Bunu da en çok göz önünde olan sporun kulüplerini destekleyerek yapıyoruz. Hayatı amatörce yaşadığımız için, fazla ciddiye aldığımız için takımlarımızı da amatörce destekliyor, futbolu da fazla ciddiye alıyoruz. Bu yüzden futbolun doğasına aykırı olarak skor ve sonuç odaklı düşünüyoruz.
Film, Serkan Akar’ın gençlik anılarından hareketle çekilmiş. O yüzden buradaki amatör- profesyonel arasındaki drama bir eleştiri getiremeyiz. Zaten filmin yapısı bize amatör ve profesyonel futbolu da Türkiye özelinde yeniden düşünmeye itiyor.
Gönül ister ki bu tür projelerin sayısı artsın. Yalnızca futbol ve sinema özelinde değil bu arzum. Başka sanat dallarında başka bir spor dalıyla ilgili de bir şeyler ortaya konabilir. Gerçek hikâyelerin, gerçek kişileri anlattığı hikâyeler hissetmek istiyoruz artık.
Cem Dizdar’ın da dediği gibi: “Gerçek olmayan bir hayat yaşıyoruz, hep birlikte.” Gerçek olmayan bu hayatı da hazırlayanlar da bizleriz, en nihayetinde hayatın gerçek olmadığından şikâyet edenler de.
Eylem var oldukça dünya da dinamik olacaktır. Her birey, kendi hayatından sorumludur. Dolayısıyla kendi gerçekliğinden. Önce kendine, daha sonra topluma karşı…