Yıllar, sovyetlerin dağıldığı yıllardır. Sarp sınır kapısının açılmasıyla Karadeniz, eski Sovyet vatandaşları ile etkileşime geçmeye başlar.
Türküler, yakıldığı toplumlardan ayrı düşünülemez. Türküler; toplumunun değerlerini, hayata bakış açısını, algılayışını vs. yansıtır. Ancak bazı türküler vardır ki bu türküler genellikle o toplumun spesifik bir meselesini ele almakla birlikte ele aldığı meseleyi bas bas bağırır ve kendinden sonra gelenlere de örnek olur.
Erkan Ocaklı’nın “Nataşa”sı işte böyle türkülerden biri.
Erkan Ocaklı, Karadeniz’in “özgün” evlatlarından biridir. 1949 yılında Trabzon’un Maçka ilçesinde doğup büyümüştür. Artvin, Arhavi kökenli olup Lazdır. İstanbul’a üniversite okumaya gelmiş, bu yıllarda müzik şirketleri keşfedilmiştir. Müzeyyen Senar, Bülent Ersoy, Barış Manço gibi sanatçılarla sahne almıştır.
Erkan Ocaklı birçok kez kulüplerde, türkü barlarda, gazinolarda sahne almış, turnelere katılmıştır. 90’lı yıllar Karadeniz müziğinde de bir “disko müzik türünden” etkilenme vardır. Karadeniz müziği bu dönemde pop’ülerleşmeye başlamıştır. Erkan Ocaklı, bu akımın ilk uygulayacılarından biri olarak dikkat çekmektedir.
Nataşa şarkısının yazılması da sahne aldığı yerlerle bağlantılıdır. Çıktığı bir gece kulubünü, bir müşteri o gece için kapattırır. Müşteri, Erkan Ocaklı’dan yanındaki Rus kadınları için bir beste yapmasını rica eder. Kadınlardan birinin adı da Nataşa’dır. Sait Uçar, başlar peçeteye yazmaya: “E Nataşa Nataşa/Koydun bizi ataşa/ Çıkardi bizi yoldan Moskovali Nataşa”. O gece o türkü o mekânda çok sevilir.
Erkan Ocaklı da bakar ki bu türkü tuttu, bu konuyu işlemeye karar verir. 1990 yılında Nataşa singleını yayımlar. Bu albümde “Nataşa” türküsünün bir de “disco” tarzında bir yorumu da vardır.
O dönem Rus kadınları, yalnızca Trabzon’a gelmemişti. Bir göçmen sorunu olarak ele almamız gereken benzeri olaylar mesela Antalya gibi Akdeniz şehirlerinin de sorunuydu. Yine İstanbul’da da belirli bölgelerde kendini pazarlayan Rus kadınlara rastlamak da mümkündü.
Bizde Ayşe, onlarda Nataşa. Bizde ne kadar Ayşe varsa onlarda da o kadar Nataşa vardır. Halkımız kendini pazarlayan Rus kadınlarının hepsine bu ismi uygun gördü. “Nataşa” da başladı dilden dile yayılmaya.
Üstüne bu kavramı bir de gazeteciler kullanmasın mı! Al alabilirsen şimdi önünü.
Kendini bir şekilde satmak zorunda bir kadının halkın gözünde bir ismi olur muydu? Bu kadınlara karşı halkımız özellikle isim kullanmaz. Hani vardır ya “Ben onun adını ağzıma almam.” anlayışı. Nikahsız birliktelik yaşayan kimselerden eğer samimi bir ortam varsa o ile başlayan kelimeyi, konuşurken biraz daha edepli olunması gereken yer varsa “sürtük” diyerek bahsedilir.
Diyorlar ya “Hangi Doğu” veya “Hangi Batı” diye. Coğrafya olarak doğuda kalsa da zihniyet olarak batı medeniyetinin bir parçası sayılabilecek Rusya, zaten ahlaksızlığın yaygın olduğu bir memlekettir. Osmanlının Batı’ya bakış açısı burada başlar: Ahlaken bozuk milletler. Daha sonra ilimde teknikte ilerlemişler ancak ahlaken daha da bozulmuşlar olarak bakıldı. Batı, her zaman için ahlaksızlığın ana vatanı olarak kaldı. Bugün de bu düşünce sanki batı toplumu homojenmiş gibi -hiçbir zaman, hiçbir yerde homojen bir toplumdan söz edemeyiz- algılanıp böyle kabul ediliyor.
Bu “Nataşa” da işte o hesap. Zamanla kendini pazarlayan Rus kadınlarına, daha da zaman geçtikçe Rus kadınlarının cümlesine verilen isim oldu.
Oysa bu adlandırma son derece arızîdir. Rus kadınları da bu adlandırmadan oldukça rahatsızdı.
Halk, gazeteciler ve sonunda Erkan Ocaklı’nın “Nataşa” adlı türküsü, dilmize böyle bir kavramın yerleşmesine sebep oldu.
Zaten böyle bir “Nataşa” kavramı vardı. Erkan Ocaklı, yaygın olan bir kavramı daha da yaygın bir duruma getirdi.
Türküyü incelemek ve üzerine konuşmak meselenin anlaşılması açısından yararlı olacaktır.
Türküde âhengi sağlamak amacıyla çok kez tekrara başvurulmuş. Bu yüzden şarkı sözlerinin tamamını yazmak yerine dikkat çekici olan bazı yerlerini aşağıya yazıyorum.
Rusya’dan kızlar geldi doldi sahiller doldi
Bekârlara ne ise evlilera ne oldi?
Rusya’dan kızlar geldi yayildi sahillere
Şahlandi da agayi bizim ordaki dere
Trabzon, son derece tutucu bir şehirdir. Trabzon’da yaşayabilmek için son derece katı birtakım kurallara riâyet etmeniz gerekir. Bu kurallara riâyet etmediğiniz takdirde bunun cezâsı da kınama değil direkt dayaktır.
Sâhilde mayoyla denize girmek de bunlardan biridir. Esâsen bir liman şehri olan Trabzon ve ilçelerinde kimse kadınların denize girmesine lâf etmez. Kadınlar genellikle gündelik kıyafetleriyle denize girerler. Orta yaşlı kadınlar denize girerken eşofman giymeyi tercih ederken genç kızlar ise diz altı olmak şartıyla şort giyerler. Yaşlı kadınların çoğu ise çok sevdiği denize ancak ayaklarını sokarlar.
En azından Trabzon özelinde plaj ve plajcılığın da yaygın olduğunu söyleyemem. Eski adı Büyükliman olan Vakfıkebir ilçesindeki plaj ancak iki üç yıl öncesinde yapılmıştır. Yine balıkçılığın önemli bir geçim kaynağı olduğu Çarşıbaşı’ndaki plaj da inşa edileli ancak 7 veya 8 yıl olmalıdır. Mersin’de plaj yoktur ki Mersin küçük bir beldedir ve neredeyse tek geçim kaynağı balıkçılıktır. Var olan plajlar da boştur. Halk, plaja gereksinim duymamaktadır. Plajda denize girmeme, biraz tutuculuktan biraz alışkanlıktan biraz da Karadeniz insanın yapısından kaynaklanmaktadır. “İfakat” belgeselinde Karadeniz için söylenen çok güzel bir söz vardı: Burada özgürlük ve yalnızlığı beraber hissedersiniz. Karadeniz insanları birbirinden ayrıdır ama hiçbir yerde olmadığı kadar da birliktedir. Birey olmak, tam da Karadeniz’e özgü bir durumdur. Yöre insanı kendiyle çok sık baş başa kaldığı için duygusaldır. Ama bir o kadar da çetin doğa şartlarına karşı dayanıklıdır. Üzüntü duygusuna karşı metanetlidir. Dengesini kendi korur. Vakfıkebir’de herkesin bir denize girme yeri vardır. Sahil boyunca birbirinin ne yaptığıyla ilgilenmeyecek kadar boşlukla oturan aileler, Karadeniz sahillerinin akşamlarında güzel görüntüler vermektedirler. Son yıllarda yöre halkının ve dışarıdan gelenlerin sahile çadır kurduklarını sıkça gözlemledim.
Burada plajları, gurbetçiler yahut yabancılar tercih eder. Çünkü Karadeniz, dilinden anlamayan için bilinmezlik ve anlaşılmazlıklarıyla doludur. O yüzden buranın plajları ancak bayramlarda ve gurbetçilerin fındık toplamak için geldiği Ağustos ayında dolar.
Rusların sahilleri doldurması da bundandır. Burada sahilden kastı plajdır çünkü Sarp kapısının açılmasıyla Trabzon yalnız çalışmak için gelen Sovyet vatandaşlarının gözdesi değil Sovyet tatilcilerin de gözdesi olmuştu.
Bölgede yaşanan bir büyük sorun da tatilciler ile hayat kadınlarının birbirinden ayırt edilemesiydi. Hatta buranın yerli sarışın ve kumral kadınları da sokakta birtakım abazalar tarafından rahatsız edilmekteydi. Uğur Dündar, bu soruna parmak basmış ve konuyu programına dahi taşımıştı. İki muhabir kadının yaptıkları sosyal deney ve konu hakkındaki kamuoyu araştırması meselenin ne kadar kötü olduğunu gözler önüne seriyordu.
“Şahlandi da agayi bizim ordaki dere” sözü, basit bir doldurma dize gibi görünse de öyle değil. Burada ince Karadeniz zekasını görüyoruz. Burada artık herkes o Rus kadınlarını görmek için sahillere hücum ediyor. Öyle ki deredeki su bile hemen denize akmak istiyor. O yüzden şahlandı, denize doğru akıyor denilmek istenmektedir.
Sart kapısı açıldi, gelen eşya satayi
Karisinlan darilan oy Nataşa’lan yatayi
Sart kapisi açildi, alış veriş başladi
Aile kavgalari ondan sonra başladi
Karadeniz uşağı, Rus pazarina daldi
Karadeniz’de kızlar hepsi sevdasiz kaldi
Rusların büyük bir bölümü iyi niyetle gelmişti. Nitekim gelen bu Rus kadınlar, ilçe pazarlarına giderler ve ne kadar kimsenin işine yaramayacak ıvır zıvır malzeme varsa satarlardı. Vakfıkebir’de bu Ruslar, ilçenin pazar yerinin biraz üstünde olacak şekilde pazar kurarlardı. Başlarda sayıları fazlaydı. Hepsi hemen hemen aynı malları satıyorlardı. Sonra gittikçe sayıları azaldı. Bir gün ise sessiz sedasız gittiler. Hem kendilerinde hem de Trabzon halkında derin yaralar bırakarak…
Buradaki alışverişe vurgu da bu bağlamda değerlendirilmeli. Bir Karadeniz erkeğinin ıvır zıvır satan yerlerde işi ne? Herhâlde Rus tezgahtarı görmekten başka amacı olamaz.
Yöre erkeği o dönem yediden yetmişe Nataşa sevdalısıydı. Rus kadını denildi mi hâlâ bile erkeklerin gözlerine farklı bir renk gelir.
Yerini satan, kredi çeken, varını yoğunu Rus kadınlarına yatıranlar oldu. İş adamları iflas etti. Kimi evlilikler bitti, kimi evlilikler ise onulmaz yaralar aldı.
Gel bir yemek yiyelim bi otelde baş başa
Kodun başımi derde Moskovali Nataşa
sözü tam da buraya vurgu yapıyor. Hayatında kendi karısıyla baş başa yemek yememiş erkekler, varlarını yoklarını Rus kadınları için feda ettiler.
Burada üç önemli soru ortaya çıkıyor. Birincisi bu kadınlar neden vatanını bırakıp buraya geldiler; ikincisi Trabzon erkeklerini nasıl baştan çıkardılar? Üçüncüsü ise neden başka ülkelere değil de Türkiye’ye geldiler?
Bununla ilgili çok çeşitli teoriler ortaya atıldı. Rus kadınlarını Rusya’daki İsrail mafyası gönderdi dendi, dedelerin intikamlarını alıyor dendi, misyoner dendi… Dendi de dendi. Şükürler olsun dışarıdaki popülist sol, bizim komplo teorici sağcıları besliyor da besliyor.
“Öyle Sevdim Ki Seni” filmi; Nataşaların Türkiye’ye hangi amaçlarla geldiğini, neye zorlandıklarını, nasıl mecbur bırakıldıklarını ele alıyor.
Hiç kimse bir haftadır donunu değişmeyen adamın koynuna girmek için tutup da Moskova’dan buraya gelmez. Hiç kimse bunun için bir de Türkçe öğrenmeye kalkmaz.
Sovyetler dağıldığında arkasında büyük bir enkaz bıraktı. Sovyet ekonomisi çökmüş, Sovyet insanı açlıkla mücadele eder bir hâldeydi. Bunun üstüne bir de özellikle erkeklerin hemen hepsinin alkolik ve sorumsuz olması eklenince kadınlar kendi başının çaresine bakmak zorunda kaldı. Çoğu Trabzon’a iş bulmak ümidiyle gelse de hem halk tarafından sıcak karşılanmadı hem de iş bulamadı. Bakımlı ve düzgün bir fiziğe sahip olmaları onları birçok Türk kadınından daha güzel yapıyordu. Çaresiz kalan ve mafyanın eline düşen Rus kadınlar, biraz zorlanarak biraz da mecburiyetten bu işi yapmak zorunda kaldılar. Bir kısmı direnmeye devam etti. Pazarcılık yaptılar ama onların da işleri umduğu gibi gitmeyince geceleri hayat kadınlığı yapmaya başladılar.
Kimi başına gelenlere teslim oldu kimiyse hayatında daha önce hiç görmediği bu ilgi karşısında sarhoş oldu. Birçok Türk erkeği, bu Rus kadınlarına gerçekten âşık olmuştu.
Gerçekten birbirlerine âşık olanlar da oldu. Evlilikler bile yapıldı…
Bir diğer mesele ise erkeklerin nasıl bu kadar Rus kadınların peşlerinden gittikleri. Bunun, her çift için spesifik bir nedeni var. Genelleme yapmamız çok yanlış. Burada suçu yalnızca erkeğe atmak da doğru değil. Çok farklı durumlarla yüz yüze olabiliriz. Ancak şöyle bir tespit yapmak mümkün: 90’lı ve 2000’li yillar köyden kente göçün Karadeniz’de çok yoğun olduğu yıllar. Karadeniz’de yapılan evliliklerin büyük bir çoğunluğu da aşk evliliği değildir. Hatta çoğu çift hiç de birbirine göre değildir. Bu evliliklerin hemen hepsi civar köylerden yapılan evliliklerdir. Çoğu da görücüdür. Çilekeş Karadeniz kadını sabahtan akşama kadar bağda bahçede, ahırda çalışmaktadır. Kendine bakmaya zamanı yoktur. Kendine bakmaya zamanı olan varsa bile onun da parası yoktur. Erkek, iş bulmak için kasabaya inince köy işlerinin hepsi kadının sırtına binmiştir. Ne erkek kasabada getirisi yüksek bir iş bulabilir ne de kadının yaptıkları işler para getirir. Aile ancak karnını doyurabilmekte ama sürekli çalışmaktadır.
Karadeniz, coğrafya olarak boğucudur. Bunun ilk sebebi nemdir. İkinci sebebi ise Karadeniz’in güneyinin yüksek dağlarla çevrili olmasıdır. Öyle ki Karadenizlinin rahatlıkla hareket edebileceği düzlük yer yalnızca kasabanın çarşısı kadardır. Sosyal aktivite neredeyse yoktur. Sabah namazından kalkıp akşama kadar çalışılır. Esnaf erkeğin evli olması makbuldür. Bu yüzden erkek erken yaşlarda kendi yaşına göre civar mahallelerden birinin kızıyla baş göz edilir. Erkek, kadın olarak ancak akrabalarını görmektedir. Onlarla da belli sınırlar dahilinde konuşabilmektedir. Bu tür ilişkileri sınırlandıran çok fazla töre vardır Karadeniz’de. Sürekli çalışmak ve yoksulluk hem kadını hem de erkeği ruhen ve bedenen yıpratır. Zaten bu evlilikler yürümüyordur da.
İşte Sovyetlerden gelen Rus kadınları, erkeklerin bu açmazda kötü hissetmesine engel oldu. Mesele yalnızca cinsel birliktelik değildi.
Ruslar, Türkiye’ye gelebildi çünkü devlet izin verdi. Sınır kapısını açtı ve yeteri kadar denetlemedi. Başta ticaret yapıldı. Bölge ticareti canlandı. İhracat arttı, yeni mallar Trabzon piyasasına girdi. Ayrıca Rusların o dönemde gidebildikleri iki ülke var: Macaristan ve Türkiye.
Youtube’da bulabilirisiniz, TV Kare’nin o yıllarda bu konu ile ilgili yaptığı güzel bir açık oturum var. Orada geçen bir sözdür. Hayat kadınliğı yapan Rus kadının birisi söylemiş: “Dışarıda polisten dayak yiyorum. Bankaya gittiğimde banka müdürü beni ayakta karşılıyor.”
Aslında bir suçlu aramak gerekirse bu kimsede değil. Suç ancak sistemde. O kadınları, Türk erkeklerini veya Türk kadınlarını bu duruma düşüren de yine sistem…
Karadeniz’de varını yoğunu bir kadına yedirme çok eskilerden beri vardı. O zamanlarda erkekler, İstanbul’a giderlerdi. Paralarını İstanbullu kadınlarla yerlerdi.
Türk erkeklerin genel sorunu bu: Çok sert görünmeye çalışırken bir yandan da en ufak bir kendini kaybedişte cıvık derecede romantik olmak.
“Ruslar geldi, yuvalarımız yıkılıyor” önermesi doğru değil. Bu, “Osmanlıyı, Batılılar yıktı” ile “Erkeklerin elinin kiri” arasında bir düşünceye karşılık geliyor.
Genel olarak böyle bir Rus algısı zaten vardı. Meşhur Prut Savaşı için Nihal Atsız “Toprak- Mazi” şiirinde “…Bu kadar mı? Bu saydıgım ancak birkaçı/ Katerinle neler yaptı acep Baltacı?” Osman Yüksel Serdengeçti ise Moskofnâme adlı şiirinde: “Dedelerimden kalma intikam var kanımda/ Geçmişini s… bulgarın moskofunda/ Bir domuz görmüş gibi ayaklanır hislerim/ Alçakların sesini dinlerken mikrofonda/ O kadar gururlanma, o kadar mağrur olma/ Dün daha kölemizdin mahvolmuştun Prutta/ Yalnız şunu isterim yalnız şunu hatırla/ Yatmıştı Katerina Baltacının koynunda.” demiştir.
O yıllar Trabzon’un meşhur Rus kalecisi Victor da bu Rus algısından rahatsızlığını dile getiriyordu. “Uçan Adam Victor” Trabzon’da bir türlü beklenilen performansı verememiş, hatalı goller yemişti. Başarıszlığı herhâlde evli ve çocuklu olan Victor’un şehirde huzursuz olmasındandı.
Karadeniz’de özelinde Rus algısı zaten çok kötüydü. 19.yy’da Ruslarla verilen sürekli savaşlar ve Cihan Harbi bu algının oluşmasındaki en büyük etkendi. Üstelik Karadeniz’de düzenli ordu da yoktu. Karadeniz halkı, Rus düzenli ordularına karşı gayrı nizâmi mukavemet ediyordu. 93 harbi, Karadeniz’den göçlere sebep olmuş, yıkıcı bir olaydı. Cihan Harbi’nde Rus askerlerin bölge halkına yaptıkları ise hâlâ dilden dile dolaşır.
Burada Meryem (Maria) Suphi’ye değinmek gerek. Hakkında yazılmış bir kitap da var: Hasan Şengül, 15’ler ve Maria’nın trajedisi.
Meryem Suphi, ilk TKP genel başkanı Mustafa Suphi’nin eşidir. Mustafa Suphi, Kahya Yahya tarafından öldürülünce Meryem Suphi de Kahya Yahya’nın eline düşüyor. Kahya Yahya Meryem’i önce her türlü gönül eğlencesinde kullanıyor, sonra Rizeli kabadayılara “hediye” olarak veriyor. Maria, Rize’de ölüyor…
Konuyla ilgili bilgiyi Ali Savaş’ın “Trabzon’da ilk Nataşa Muamelesi Gören Kadın” adlı köşe yazısından edindim.
Trabzon’da meşhur bir Rusların denize dökülme hikayesi konuşulur ki bu doğrudur. Trabzon’da gerçekten Komünist birkaç Rus, denize dökülmüştür. Denize dökülen Rusların bazı zararlı cemiyetlerle ve Rusya ile çalıştıkları söylenir ama hakkında çok da fazla bilgim yok.
“Öyle Sevdim Ki Seni” meseleye bir de bu taraftan bakın diyen filmlerden biri. Karadeniz’deki genel algı, anlattığımız bu durumdan kendilerinin zararlı çıktığı yönünde. Film; hem Türk toplumunun hem de Rus kadınlarının Trabzon’da ne denli sıkıntılarla karşılaştığını, bu ilişkiden kârlı çıkanların ise yalnızca düzeni kendi lehlerine çeviren birkaç düzenbaz olduğunu çarpıcı bir şekilde gözler önüne seriyor.
O dönem Trabzon’da “Nataşa” denilen kadınlar Çömlekçi Mahallesi’ndeki otellerlerde kalıyorlardı. Bölgenin mahalle kabadayıları da “pezeveklik” görevini yerine getiriyordu. Bunun dışında Çömlekçi Mahallesi, Trabzon’un tek kozmopolit yeriydi. Dışarıdan gelen yabacı uyruklular -ama tatil ama iş için- burada kalırlardı. Bugünlerde Rusların da gitmesiyle tek tük Gürcü kadınları hayat kadınlığı yapıyor orada. Çömlekçi’nin kentsel dönüşüme girmesiyle oteller yıkıldığından mahalle eski görünümünden gittikçe uzaklaşmaktadır.
Konusu biraz daha farklı olmakla birlikte “Elveda Katya” filmi de Trabzon’da Rus kadınlarına bakış açısını görmek isteyenler için birebir.
Ayrıca babasını aramak için gelen Katya’nın kandırılıp da mafyanın eline nasıl düştüğü konumuz açısından önemli bir ayrıntıydı.
Karadeniz kadının günlük hayatı hakkında bilgi sahibi olmak isteyenler “İfakat” belgeselini izleyebilirler.
Erkan Ocaklı, bir “Nataşa Edebiyatı” akımının başlangıcı oldu. Bundan sonra halkın içerisinde yayılmaya başlanan “Nataşa” kavramı daha da yaygınlaştı. Karadeniz türkülerinde “Nataşa” sözü, Rus kadınlarıyla ilgili anektodlar işlenmeye başladı.
Öyle ki teker teker hangi türküde “Nataşa” geçmiş diye saymaya kalksak ömrümüz yetmez.
Bu tür konuların en çok atma türkülerde (irticâlen söylenmiş türküler) işlenmiş olması işimizi çok daha zorlaştıracaktır.
Tüm bunlara Karadeniz türkülerinde cinsel göndermelerin çok fazla olması, bu göndermelerin yöreyi çok iyi tanımayanların ayırt edememesi vs. gibi birçok zorluk bunun gibi geniş çaplı bir çalışmayı neredeyse imkânsız hâle getirmektedir.
Bu Nataşa türküleri de “Nataşalarla yapılan âlemleri konu alanlar” ile “Nataşalardan sakınılmasını öğütleyen” olarak ikiye ayrılır.
Bu yüzden yalnızca Erkan Ocaklı’nın Nataşa türküsüne çok benzeyen başka bir türküden daha bahsedip konuyu kapatmak istiyorum.
Mustafa Sırtlı, Karadeniz müziğinin efsanelerinden biri olmasına rağmen hak ettiği değeri görememiştir. Öyle ki araştırmamda hakkında ekşisözlükteki birkaç entryden başka bir şey bulamadım. Mustafa Sırtlı, ve Rus kadınlarına türkülerinde ciddi şekilde yer vermiş. Nitekim 1995’te çıkan iki albümü “Nataşa Bir Şey Değil/Ayder’in Meşeleri” ve “Rusların Nataşası/Ayşem” adlarıyladır.
Mustafa Sırtlı’nın Rus kadınlarını işleyen türküsü ise “Rusların Marinası”dır. Bu türkü “Nataşa Bir Şey Değil” adlı albümünün altıncı trackidir.
Erkan Ocaklı’nın “Nataşa”sı 1990 tarihlidir. Mustafa Sırtlı ise “Rusların Marinası”nı 1995’te yayımlamıştır. O hâlde 1990 yılında türkü olmuş bu konu, 1995 yılına gelindiğinde de hâlâ canlılığını koruyor diyebiliriz. Mustafa Sırtlı’nın temas ettiği yönler, bakış açısı hemen hemen Erkan Ocaklı’yla aynıdır.
Benzerliğin daha net görülmesi açısından “Rusların Marinası” türküsünün sözlerini aşağıya alıyorum:
Sırtında deri montu altta pantolon giymiş
Marina senin için meğer kürk giyer imiş
Nakarat:
Ula Marina senun yere batsun bedenun
Aldun intikamini en soninda dedenun
Evvel üç gün kalurdun şimdi demir mi attun
Dolari kapmak için her adam ile yattun
Evinde zeytini yok Marina’ya uzanur
Zavalli karisunun gözleri yolda kalur
Kimi kredi almış kimi evini satmiş
Marinalar yüzünden batmiş ortalik batmiş
Lazlar hamsiyi sever canli canli yer oni
Marinalar gitmeden olmaz bu işin soni
Türküde Rus kadınlarının; Karadeniz erkeğini nasıl değiştirdiğini, zaten yoksul olan Karadeniz erkeğinin varını yoğunu satıp Rus kadınlarına verdiğini Karadenizli bakış açısıyla anlatılmaktadır. Sonunda ise yine Karadenizli bir bakış açısıyla Rus kadınlarının bu bölgeden gitmediği sürece Karadeniz’in düzelmeyeceğini söylemektedir.
Rus kadınları yalnızca türkülerde değil artık halk hikayelerindedir de. Öyle anlatılır ki Yalıköy’de adamın biri kahveye koşa koşa girmiş. Demiş ki Yalıköy kalesine iki Rus kadını geldi, burada erkek yok mu diye soruyorlar. Bunu duyan genci yaşlısı çayını kahvesini bırakıp Yalıköy Kalesi’ne doğru koşmaya başlamış. En az elli kişi kaleye doğru koşuyor. Sonunda içlerinden deliliğiyle meşhur, yaşlı biri kalabalığın en başına geçmiş. Kalabalığa dönmüş, elini kaldırmış. Bütün kalabalık bu ne diyecek diye adamı dinliyor. “Durrrrr, önce ben.”
Karadeniz’de özelikle de Karadeniz halk müziğinde Erkan Ocaklı bir çığır açmış oldu. Onun Karadeniz müziğindeki yeniliği yalnızca Karadeniz halk müziği ile disko müziğini harmanlaması değildi. O, bir Nataşa Edebiyatı’nın ilk örneğini verdi. Bazı kemençeciler onun izinden giderek halkını uyarmaya çalıştı, bazı kemençeciler ise onun tam aksine Rus kadınları ile eğlencelerini anlattılar.
“Nataşa” türküsü öyle tuttu ki sanki Rus göçmen meselesi yalnızca Karadeniz’de özellikle de Trabzon’da bir sorunmuş gibi algılandı. Esasen Rus kadınlar özellikle Trabzon’da çoktular ama tüm Karadeniz bölgesine de yayılmıştılar. Ayrıca önemli bir kısmı da özellikle Antalya ve İstanbul’daydı.
Bugün yaklaşık 10 yıldır Trabzon’da Ruslara rastlamak mümkün değil. Bu konuda her şey normale dönmüş gibi görünüyor. Bir daha gelmelerinin mümkün olduğunu düşünmüyorum ama Trabzon, ileriki yıllarda göç alan bir şehir durumuna gelebilir. Bu durumdan Trabzon’un nasıl çıkabileceği konusunda da emin değilim. Göç veren bir şehir olmasına rağmen gittikçe çekilmez bir hâle ulaşan trafiği, çarpık ve plansız kentleşme, altyapı Trabzon’un şimdilik sorunları arasında yer alıyor.