Mafya, etimologların büyük bir çoğunluğunun uzlaşısına göre Sicilya’da yerel bir Arapça lehçesinden ortaya çıkmış bir sözcüktür.
“Morte alla Francia, İtalia anela” -Fransa’ya ölüm, İtalya’nın umudu- sloganının baş harflerinden türetildiği de söylense de buna bir fantezi olarak bakılmaktadır. Mafya, başlarda belirli bir örgütün adı olarak kullanılmış -The Mafia- daha sonraları birçok dünya dillerinde anlam gelişmesine uğrayarak yasa dışı işlerle uğraşan kimselerin tamamını temsil eder olmuştur. Nişanyan’ın tespitine göre kelime, ilk kez 1947 yılında Cumhuriyet gazetesinde kullanılmıştır. Haberde: “Her renkten 32 parti, henüz pek nüfuzlu olan birkaç asırlık gizli Sicilya cemiyeti ‘Mafia’nın müzaheretini kazanmaya çalışmaktadır.” denilmesinden o yıllarda kelimenin henüz anlam gelişmesine uğramadığını, gizli bir cemiyetin adının mafya olduğunu anlıyoruz.
Elbette “mafia” kavramının Sicilya’da ortaya çıkmasının ilk sebebi, devlet otoritesinin olmamasıdır çünkü ancak merkezileşmenin olmadığı bir yerde bu tür küçük ama etkili teşkilatlanmalar zuhur edebilir. Devletin olmaması, gelir adaletsizliğini had safhaya çıkarmış, işsiz kalan insanlar da bu tür tehlikesi yüksek işlere ve kazancı da sanıldığı kadar yüksek olmayan işlere yönelmişlerdir.
Deniz eşkiyalığı diyebileceğimiz “korsanlığın” ortaya çıkışı da böyledir. Birincisi Avrupa’da güçlü merkezi hükûmetler yoktur. İkincisi merkezi hükûmetler olsa bile o dönemin şartlarını düşündüğümüzde etki alanı sınırlıdır. Üçüncüsü deniz gibi bilinmeyen ve kontrolü oldukça zor bir sahadan bahsettiğimizde otorite boşluğunun kaçınılmaz olmasıdır. Tarihçiler burada, private ve corsaire kavramlarından bahseder. Corsair, devletten yetki alarak devlet adına yağma yapıp devlete vergi ödeyen denizcilere verilen addır. Priate ise hiçbir izne tâbi olmaksızın birilerine âit gemileri yağma yapıp devlete vergi ödemeyen, kısacası yaptığı işten devletin haberi olmayan ya da devletin izin vermediği deniz eşkiyalarına verilen addır. Zamanla denizciler arasında bir hukuk sistemi oluşturulmuş ve “kaçak” olarak eşkiyalık yapanlara ağır cezalar verilmiştir. Merkezileşmenin artması ve modern devletin oturmaya başlamasıyla birlikte korsanlık faaliyetleri de yavaş yavaş tarih sahnesinden silinmiş gibi dursa da teknolojinin gelişmesiyle “hacker”lık olarak kendini hatırlatmıştır. Devlet adına çalışan veya devletin çalışmalarına izin verdiği hackerlar olduğu gibi hiçbir hükûmetin ya da otoritenin desteğini alamamış hackerlar da mevcuttur.
Korsanlık da mafyalık gibi dışarıdan oldukça heyecanlı ve bol kazançlı gibi görünse de aslında tehlikeli ve getirisi az bir meslektir. Avrupa’daki yoksulluk ve iş kollarındaki çeşitliliğin azlığı, insanları hayatta kalabilmek adına böyle tehlikeli bir mesleğe itmiştir. Mevzubahis mafya olduğunda da benzer şeyler geçerlidir.
Yine Orta Çağ’da neredeyse tüm Avrupa’da geçerli olan feodalite, otorite boşluğunun eseridir. Güçlü olanlar, güçsüz olanları belirledikleri topraklar içerisinde hapsedip kendisi için çalıştırmıştır. Bunun İslam hukûkundaki karşılığına baktığımızda timar sistemiyle karşılaşırız. Ancak Köprülü’nün de bir yanılgısı olarak timar sistemi, feodalite değildir. Feodalite, Papalığa baylıyken timar sahipleri merkezi hükûmete bağlıdır. İki durum da birbirinden çok başka âmiller tarafından ortaya çıkarıldığından başka başka şeylerdir.
İtalyanlar, merkezî otoritelerini pek geç geliştirdiğinden küçük, gizli cemiyetler kurma ve faaliyetini yürütme konusunda oldukça beceriklidir. İttihad ve Terakkî’nin kökeni İtalyan Carbonari teşkilatına dayanır. Faşizm’i yürürlüğe sokanlar yine gizli örgüt üyesidirler.
Öte yandan mafia kelimesine karşılık olarak Türkçede eşkiya, haydut ve harami kavramları öne çıkmaktadır.
Eşkiya tam da yukarıda mafyalık ve korsanlıkla ilgili kanaatimizi doğrular nitelikte Arapça şḳw kökünden aşḳiyāˀ أشقياء “bedbahtlar, garipler, zavallılar” sözcüğünden alıntı olup söcük, Arapçaşaḳīy شَقِيّ”bedbaht” sözcüğünün afˁilā vezninde çoğuludur. Kelimeye önce Kıpçakçada Seyf-i Sarayî’nin 1391 tarihli Gülistan Tercümesi’nde rastlanılmış, Oğuz sahasında ise 17.yy’ın başında Selânikî tarihinde görülmüştür.
Kelimenin garip, zavallı, bedbaht gibi anlamlara gelmesi; bu işi, zorda kalmayacak olanın yapmayacağı anlamına gelir. Korsanlıkla ilgili kaynakların doğuluların, korsanlığa ilgisiz olduğunu yazmışlardır. İslam hukukunun uygulamaları, merkezi otoritenin sağlamlığı ve esnaf teşkilatları insanları bu tür tehlikeli mesleklerden uzaklaştırmış olmalı. Fakat Cezayir, Tunus gibi hem liman şehiri olup fakir ve merkezi otoritenin sağlanamadığı bölgelerden bolca korsan çıkmıştır. Yine geçiş yolları üzerinde bulunan dağlı milletlerin eşkiyalığa başvurduğu bilinmektedir. Marco Polo, Kürtlerin eşkiyalık yaptığını anlatırken hem ne kadar korktuğu hem de o dönemki Kürtlerin eşkiyalıkta ne kadar ileri gittiği açıkça gözler önündedir.
Haydut sözcüğünün açıklamasına ise Nişanyan, “Karş. hajduk,haiduc, Bulgarca haidut/haiduk ,İtalyanca aiducco “eşkiya, çeteci” açıklamasını yapmiştır. 1580 dolayında Osmanlı idaresi altında türeyen Macarca sözcüğün nihai kökeni açık değildir. Kamus ve Sıhah’a göreyse Arapça ḥaydūda(t) حيدودة , ḥāda “yoldan çıktı, saptı” fiilinin masdarıdır.
Macarca asıllı sözcüğün bir şekilde Arapça kökenli bir Osmanlı idari tabirinden türemiş olması da mümkün görünmektedir.
Haramî kelimesi ise haram kelimesine “î” nispet i’sinin eklenmesiyle oluşturulmuş olup “haramla ilgili olan” anlamına gelmektedir.
Tüm bu sözcüklerin yabancı kökenli olmasından Türklerin Orta Asya’dayken eşkiyalarla karşılaşmadığı ortadadır. Devlet otoritesinin sağlam ve güçlü olduğu Orta Asya’da Türklerin Baharat ve İpek Yolu boyunca eşkiyalarla karşılaşmamış olmaları normaldir. Türkler, bilfiil tüccarlıkla uğraşan, seyahat eden bir kavim de değildir. Bu yüzden gezi edebiyatları gelişmemiştir. Zaten Türkler, zorda kaldıklarında eşkiyalık yapmaktadırlar ve buna da “akın” adını vermektedirler. Tarih kitaplarında bunun sebebini kuraklık olarak verse de bu, zaten her zaman kurak olan Orta Asya için hiç de inandırıcı bir sebep değildir. Asıl sebep, Çin’in Türklere ticareti yasaklamış olmasıdır. Tarih boyunca Çinliler, sınır kapılarındaki Türk pazarlarını kapatmaya, Türklere ticareti yasaklamaya çalışmıştır. Türklerin kendisi, ticaret yapmaları yasaklandığından eşkiya bir kavimdir. O hâlde kendi zorda kalarak yaptıkları bir durumu olumsuz bir sözcükle ifade etmeleri zaten beklenemezdi. Zaten bozkır şartlarında hepsi yoksul durumda olduğundan birbirlerini de yağmalayamayacaklardı.
Meseleye bu açıdan bakıldığında Türklerin neden hep batıya doğru gittiği ve Araplarla ticaret yapmaya çalışmaları daha iyi anlaşılabilir. Çin’le ticaret hem sağlam değildi hem de bozkır şartları oldukça zorluydu. İslamiyeti yeni kabul eden Araplar, özellikle kurban bayramı zamanlarında ete bolca ihtiyaç duyuyordu. Öte yandan Uzak Doğu’da et yemeyi yasak eden inançlar oldukça yaygındı. Tüm bunlar göz önüne alındığında Türkler açısından en mantıklı olan, Araplarla ilişkileri geliştirmekti.
2. Dünya Savaşı sonrasında modern devletin sorgulanmaya başlanmasıyla yepyeni bir dönem doğmuştu. Neo-liberal düzen denilen bu anlayış, devletin özgürlükçü bir tutum takınmasının yanı sıra devletin, otoritesini paylaşması anlamına geliyordu. Buna göre devlet, her şeyden -çekebildiği kadar- elini çekmeliydi. Yeni bir zengin sınıfı ortaya çıkıyor; zenginler, bu neo-liberal düzende zenginliklerini devam ettirmek ve katlamak için az da olsa devlet otoritesine ihtiyaç duyuyor, bu da devletin otoritesinin sınırının ne olduğu konusunda tartışma çıkarıyor, bu tartışma asla çözülemiyor ve daha büyük tartışmalara, sıkıntılara sebep oluyordu. Bugün devletin kendisinin de vatandaşının da devletin yetki alanı konusunda kafası oldukça karışık. Bu da başka aşırılıklara sebep oluyor. Bir kısım insanlar Komünizm’den bile daha otoriter bir sistemden yana olurken bir diğer kesim, otoriteyi tamamen ortadan kaldırmak istiyor. Gerçek şu ki otorite, ne sonsuz kullanılabilir ne de ortadan kaldırılabilir. Sınırısız otorite, yozlaşmaya sebep olurken otoritenin yokluğu mafia’yı yani yoz otoriteyi ortaya çikarır.
Gücünü kaybederken hem kendisi hem de tebaasının panik olmasıyla hükûmetler, devletlerini gücünü tekrar kazanabilmek adına daha çok kendi içinden olan güçlülerle iş birliği yapmak zorunda kaldı. Bir yerde devlet, ipin ucunu kaçırmıştı. Devlet, eğer göz göre göre yasa dışı işler yapan kabadayıları kendi menfaatine göre çalışmaya ikna edebilirse bir taşla birkaç kuş birden vurmuş olacaktı. Hem yasa dışı işleri de kontrol altına alabilecek hem yasa dışı işlerle uğraşan bu adamlardan haberi olacak hem de işine gelmediği zaman bu adamları etkisiz hâle getirebilecekti. Bu, otoritesini kaybeden devlet için zorunlu bir eylemdi. Tüm bunları vatanperverlik, milliyetçilik, teşkilatçılık gibi gaza getirici kavramlarla süslerken hem kendisi adına çalışan mafyayı olumlamış hem de vatandaşın içini mafya üzerinden güç gösterisi yaparak rahatlatmış oluyordu.
Doğu insanı, itaat etmeyi sever. Devlet, onun gözünde bambaşka bir şeydir. Doğu milletlerinde hazine, devletin merkezinde toplandığı için bu hazineden pay sahibi olmak, bundan faydalanabilmek büyük bir talih sayılmiştır. Öyle ki bu tür kişiler için başına “Devlet/talih kuşu kondu.” denmiştir. Devlet; talih, saadet, mutluluk, baht gibi kavramlarla bir tutulmuştur. Bu yüzden mafia gibi bir oluşum, gizli örgütlenmeler hep batıya âit kavramlardır.
Bunun propagandasını yapmak adına özellikle AKP’nin 17-25 Aralık olayları sonucu hızla milliyetçileşip MHP’yle ittifakından sonra bu konuda iyice radikalleşmesinin ardından hükûmete yakın birkaç yeni yayınevinin mafyatik insanlar hakkında yazdıkları kitaplar, bu konularda komplo teorilerini yayımlamaları bütün bunlara tuz biber oldu. Ardından yine özellikle devlete yakın olan kanallarda iyi mafya -eski uyuşturucu satıcısı, şimdilerdeyse uyuşturucu satanlarla çatışan- ve kötü mafya arasındaki çatışmaların işlenmesi de insanlara ayrı bir alt metin sundu. Genç kız romanlarında güçlü erkeğin mafyatik karakterler ile gösterilmesi gücün mafya ile ilişkilendirildiğinin en büyük kanıtı. Dolayısıyla tüm medya, ağız birliği etmişçesine mafya ve mafyalıkla ilgili alt ve üst metinleri zihnimze yüklemektedir.
Twitter’da “Cumhur İttifakı Yayınları” olarak goygoyu yapılan bu başyapıtlar, oldukça sağcı metinler ve birçok alt metni ve yorumu olmakla birlikte hem sağcıların hemen her argümanını sağlamlaştırıyor hem yeni argümanlar vererek harekete ve düşünceye bir dinamizm katıyor hem de solcu ve sol argümanların hepsiyle kasten ters düşerek hem solculuğu hem de solcuların bu konuyu araştırmalarını ve araştırma yöntemini yerle bir etmiş oluyor. Çünkü mesele şu: Mafya ve devletin iş birliğini, derin devletin faaliyetlerini ilk yazanlar Abdi İpekçi, Uğur Mumcu gibi solculardı. Bu adamlar da bu işlere hiç de fantastik bir boyutta bakmıyor, aksine birtakım kirli pazarlıkları ortaya çıkardıklarını iddia ediyorlardı. Bu metod benimsendiği ve bu işi solcuların yaptığı takdirde daha çok şeylerin açığa çıkacağı da belliydi. O hâlde tek bir yol vardı: Vatan- millet edebiyatı yaparak bu iş birliğini romantize etmek. Duyguların olduğu yerde akıl yoktur. Bu ilişki ne kadar romantize edilirse inandırıcılığı ve meşruiyeti de o kadar artacaktı.
Burada “ülkücü harekete ve ülkücülüğe” de bir parantez açmak istiyorum. 61 Anayasası’nın önerdiği Westminister tipi parlamenter sistem ve göreceli özgürlük, birtakım insanları “merkezileşme ve otorite” konusunda harekete geçirdi. Türkçü gençler ülkücü oldu. Bu gençler, sokağa inen solcu gençlere müdahale edilmediğini iddia ederek güya sokaklarda devletini savundu.
Dolayısıyla bugün geldiğimiz noktada derin devlet dediğimiz oluşumu kutsuyor, devletin sigortası olarak görüyor ve haklılaştırıyoruz. Ancak şunu sormak aklımızın ucundan bile geçmiyor: Bir adam, nasıl devletten büyük olabilir? Bir adam, nasıl seçilmiş kişilere, seçilmiş kişilerin kolluk kuvvetlerine kafa tutabilir? Bir adam, nasıl ve hangi ara bu kadar kuvvetlenmiştir ve bunu yaparken hangi yolu izlemiştir?
Yine bu iktidarın sürekli vurguladığı üzere bizler “seçilmişlerin, atanmışlardan üstün” olduğu ilkesini benimsedik. Oysa bu durumda ne seçilmiş ne de atanmış biri ya da birileri hem seçilmişlerden hem de atanmışlardan “üstün” olabiliyor. Birileri bunu bilinçli veya bilinçsiz -İşim yeni komplo teorileri yazmak değil, olan bu- bunu meşrulaştırmaya çalıştı. Bunu 16 devlet masalıyla -Türk devletlerinin devamlılığını savunan Nihal Atsız’ın bu konuda oldukça sert bir yazısı vardır.- süsleyip Mete zamanında bir heyetin kurulduğu ve devletleri yıkan ve kuranların bu heyet olduğu roman tarzında fantastikleştirilerek anlatılmıştı. -Ayr. Bak. Nihal Atsız, 16 Devlet Masalı ve Uydurma Bayraklar, Türk Tarihinde Meseleler-
Komplo teorilerinin bir “sanal gerçeklik” olduğunu, bunları okuyarak yalnızca beynimizi kandırdığımızı aslında hepimiz biliyoruz. Bu, PES veya FIFA oynamak gibi bir şey ama bu kandırılmadan hoş oluyor, aksi hâlde beynimizde bir sürü soru zinciriyle baş başa kalıyoruz.
Bugün bütün yaşadıklarımız, içinde bulunduğumuz bu kültürün zorunlu olarak error vermesinden ötürü zorunlu bir patlama.
Devlet, devlet olma görevlerinden bir bir sıyrıldıkça belirli bir kesim, devletten daha fazla devletçi oldu. Kralın bile cumhuriyetçi olduğu bir devlette krallık rejimi ne kadar devam edebilir? Halk, bu şekilde davranırken mafya ve cemaatler devlet içinde devlet olmaya, birileri devletten daha fazla devletmiş gibi davranmaya başladı. Bugün muhatap olduklarımız, devlet kılığına bürünmüşlerdir.
Nietzsche’nin her zaman yanlış anlaşılan “Tanrı öldü” sözünde kastedilen Zeus’tur. Ona göre modern devletin doğuşuyla birlikte Hıristiyanlığın Tanrısı olan Zeus da ölmüştür. Bunun miladı olaraksa 1789 tarihini alır.
Tanrı ölmüşse devleti de ölecektir. Tanrı ölümlüyse devletler de ölümlüdür çünkü bütün bu imparatorlukları ve devletleri Tanrı yaratmıştır. İnsanlar bir Tanrı fikri etrafında toplumları büyütmüş, geliştirmiş ve yüceltmiştir. O zaman Tanrı yoksa topluma da gerek yoktur. Toplum yoksa devlet de yoktur. Ulus düşüncesinin de yavaş yavaş eski önemini yitirdiği ve Modernizm’in sorgulanmaktan çıkıp ayaklar altına alındığı bu devirde modern devletten bahsedemeyeceğimize göre devlet, ölü durumdadır. Bugünkü toplum dinamiklerinin geleneksel devleti de kaldıramayacağını düşündüğümüzde muhatap olduğumuz kurumun ne geleneksel ne modern ne de gelenekle modern arası bir şey olduğunu görüyoruz. Çünkü devlet, gelenekle modern arasında olduğunda kendini büyük bir otorite paylaşımı krizinde buluyor.
Bütün bu tıkanıklık ortaya yeni bir şey çıkarır mı bilmem ancak Zeus’un kurduğu medeniyetin bile bu çolbazların kurduğu medeniyetin yanında güneş gibi parlayacağı apaçık ortada.
O yüzden: “Devlet öldü, devlet öldü, devlet öldü…”