En nihayetinde gaybı kimse bilemez. Bizim amacımız da kâhinlik yapmak değil bir şeylerin bağıra bağıra gelmesine karşılık insanlara inatla kulaklarını kapattıklarını fark ettirmektir.
Futbol, modern bir oyundur. Dolayısıyla bu oyun, modern futboldur. Modern olan her şey de ya endüstrileştirilmiştir ya da endüstriyle birlikte ortaya çıkmıştır.
Tarih, bize topa tekme atmak suretiyle oynanan bu oyunun, çok eski zamanlardan bu yana dünyanın dört bir yanında bilindiğini söylüyor. Futbolun 19. yüzyılın ikinci yarısında kurallarının belirlenmeye başlanması, onun endüstrileşmesidir. Dolayısıyla modern futbolun tarihi, modern Avrupa’nın tarihi kadardır.
Futbolun, modern Avrupa tarihiyle ve toplumuyla bütünleşebilmesi için kitlelere yayılması gerekiyordu. Trabzonspor’un şampiyonluk kutlamalarından Bolivya’ın köyündeki bir kadının haberdar olabilmesi için kitle iletişim araçlarının icat edilmiş olması şarttı. Spor, başlı başına toplumsal bir olgudur. Sporun her branşı toplumla ilişkilidir ancak futbol, çok daha büyük bir topluluğa hitap ettiğinden diğer spor dallarından daha çok hayatın kendisine yakındır.
Bugün toplumların gelişmesiyle futbolun gelişmişliği arasında bir uçurum olmasa da epeyi büyük bir fark vardır. Futbol, toplumu hâlâ yakalayabilmiş değildir. Son yıllarda futbolun hızla gelişiyor olması, toplumla arasındaki makası kapatıyor olmasındadır. Modern devrimin yapılması için matbaanın kullanılıyor olması gerekmekteydi. Ancak futbolun tam anlamıyla modernleşebilmesi için yazılı basının gelişmiş olması yeterli değildi. Bunun için görsel basının da işin içine giriyor olması gerekirdi. Bu yüzden modern futbol, televizyon ekranlarında maçların naklen yayımlanmasıyla başlamıştır diyebiliriz. Ancak bu da en nihayetinde bir süreçtir ve bunu tespit etmek oldukça güçtür. O hâlde Premier League’in ayrılarak yayın hakları meselesinin ve reklam üzerinden para kazanılmasıyla kulüplerin sermayesinin artması modern futbol için bir başlangıç tarihi olabilir.
Televizyonculuk- medya- yayın- iletişim gibi sektörlerin de ekonomiye katılması, artan dünya nüfusuna oranla üretimin de artması gibi nedenlerle 2000’li yılların başında dünya genelinde büyük bir ekonomik büyüme gerçekleşti. Yeni sektörler kendi iş güçlerini oluştururken bu da refah olarak yansıyordu. Tekelleşmenin kırılması, piyasaları rahatlatırken markalar kendilerini artık halkın ihtiyaçlarını daha çok göz önüne almak zorunda hissediyorlardı. Bu da halkın daha çok söz sahibi olması demekti. Bu durum siyasete, seçilmişlerin atanmışların önüne geçmesi olarak yansıyordu. Artık her şey bir şova dönüşmüştü.
Bu dönemde özellikle gelişmekte olan ülkeler, daha önce hiç karşılaşmamış oldukları kadar bir para akışı yaşadılar. Bu, sanayide geri kalmış ülkeler adına dünyayı yakalamak için önemli bir fırsattı. Bu yüzden ilgi, aslında hiçbir şey üretmeyen ama birilerinin üretmesine bağlı olarak yaşayan hizmet sektörüne kaydı. Hizmet sektörü hızla şişkinleşirken tarımda ve sanayide bir gelişim sağlanamaması, şimdilik izafî bir refah yaratmıştı.
Bu gelişmekte olan ülkelere para akışı sayesinde orta direk diye tabir edilen orta sınıf şişkinleşmişti. Bu da sermayenin bollaşması ve alım gücünün yükselmesi anlamına geliyordu. Ancak daha sonra tarım ve sanayideki durgunluk ve emeğe dayalı iş gücünün hor görülmesi ilerleyen yıllarda bir kısım orta sınıfın yükselmesi, bir kısım orta sınıfın fakirleşmesiyle sonuçlanacaktı. Zenginleşen orta sınıfın hayat standartları yükselirken sahip olduklarının birçoğunu kaybeden fakir sınıfınsa sarılacağı tek tutku futboldu.
Sonuçta futbol, İngiltere’de modernleşirken işçi sınıfı çocuklarını kontrol altına alabilmek için bir araç olarak görülmüştü. Özellikle fakir öğrencilerin okullarda bu kuvvet gerektiren oyunla meşgul olması, enerjisini mesela eylem ve başkaldırı gibi başka şeylere yönlendirmesine engel oluyordu. Okul, zaten Sanayi Devrimi sonrası çalışan anne-babaların çocuklarını kontrol altında tutmak, muzır işlere bulaşmasını engellemek amacıyla ortaya çıkmıştı. Çünkü modern şehir, aslında bir suç merkeziydi. En başta insana suça ve günaha karışabilmesi için lazım olan anonimliği sunuyordu. Daha sonra sistem, bazı insanları bünyesine kabul etmiyor veya başka bir deyişle sisteme uyum sağlayamayan insanlar oluyordu.
Mehmet Ali Yılmaz’ın: “Kulüp bir iş değildir, gönüldür. Para kazanmazsınız, cebinizden verirsiniz hep. Yaptığımız iş, ülkeyi iyi yönetemeyen siyasetçilerimizin hafta sonunda rahatlamalarını sağlamaktır. Millet üç gün deşarj olur.” sözünü İhsan Öksüz’ün Özkan Sümer’le ilgili hazırladığı kitapta ilk okuduğumda itiraf gibi gelmişti. Siyaset ve imaj açısından da futbola yatırım yapmak, son derece pratiktir. Petrol zengini Arapların, iş adamı Amerikalıların, hatta bir dönem futboldan pek de hoşlanmayan Putin’in futbola yatırım yapmış olması hep bu yüzdendir.
Bu yüzden bolluk dönemlerinde veya bolluk varmış gibi yapılabildiği dönemlerde ve yerlerde futbol takımlarının para harcamaya teşvik edilmesi, son derece doğaldır. Futbol takımının para harcaması, yani transfer yapması tek bir merkezden miktarı bol bir vergi anlamına gelir. Stadyuma gitmek, forma almak, yayın satın almak, bu yayınların sunulması ve yorumlanması derken burada çok büyük bir ekonomi ortaya çıkar. Stad çevresindeki köftecisinden çay ocağına yayın alan esnafına kadar her şey, oynanacak olan güzel oyuna bağlıdır.
İşler kötüye gittiğinde olmayan paralarla alınan olmayan vergilerin silinmesi de akıllıcadır. Çünkü ortada hiç olmayan bir para söz konusudur. Çünkü futbolu ayakta tutmak ve kulüplerin yanında olmak demek, diğer spor branşlarının da yapılmaya devam edilmesi demektir. Futbolun yaşaması, basının ve televizyonun yaşaması demektir. Üstelik bu destek, iktidarın sporu teşvik ettiği ve spor takımlarını koruduğu anlamına geldiğinden iyi bir siyasî reklamdır.
Eğer ülke komple bir şekilde beceriksiz kadrolar tarafından yönetiliyor ve bir futbol takımı inşaat sektörüyle ayakta kalmaya çalışıyorsa o ülke futbolunun gelişimi algısaldır. Orada futbol değil futbol diye algılanan bir komplo söz konusudur.
Bir ülkede orta sınıfın erimesinden kârlı çıkacak tek şey, o ülkelerin futboludur. Bu kârlı çıkış da oldukça aldatıcıdır. Çünkü kulüplerin ve futbolun ülke içindeki popülaritesi artarken dünya klasmanında hem kulüpler hem de ülke futbolu hızla alt sıralara doğru inmeye başlar.
Yunanistan, Rusya ve Türkiye’nin başına gelen şey budur. O hâlde dün gelişmekte olan ülkeler bugün o sıçramayı yapamamışlarsa otoriter bir yönetim altında ezilmeye mahkûm edilmiştir.
Konu, sistemin çalışmıyor olması değil. Bilaksi bu sistem, bütün bir beceriksiz yönetimi ört bas edecek şatafatı belirli kurumlara vererek her seferinde kahraman olmayı başarabildiği için oldukça iyi çalışıyor.
Ancak sistemin açıkları da mevcut. Bu açıklar da linsanssız ürünler, kaçak yayın ve illegal bahis olarak kendini gösteriyor. Hatta fakirleştirilmiş halk, bu açıklardan bir şekilde faydalanmaya çalışıyor. Futbolun her zamankinden daha çok konuşulur ve izlenir olması da yine bu sistemin açıkları sayesindedir. O hâlde mevcut sistemin açıkları bile sisteme zarar verse dahi bu, yine aynı sistemin işine gelmektedir.
Her sistem sonuçta birilerini dışarıda bırakmak zorundadır. Bu, bir sistem oluşturmak için şarttır çünkü toplumun bütün üyeleri bu sisteme uyum sağlayamayacaktır. Amaç, insanların bir şey hakkında konuşup ülke gündeminden uzaklaşmasıysa bunun legal veya illegal yollardan olmasının bir önemi yoktur. Sonuçta sistem, bir şekilde kendini çevirmenin yollarını bulmaktadır. Bütün bir çarkın dönmesi için bir miktar zarar gerekliyse bu pekâlâ tolere edilebilir.
Endüstri var oldukça futbol da bir parça endüstriyel olmaya devam edecektir. Endüstriyel futbola karşı olmak, söz konusu olamayacak bir şeydir. Asıl mesele futbolun, endüstriden aldığı payın azalıp azalmayacağıdır.
Ki bu durum, futbol endüstrisini bu kadar şişirenler için bir sorun değildir. Çünkü futbolun endüstriden aldığı payın azalması, başka endüstirilerin ortaya çıkması veya başka endüstrilerin şişkinleşmesi demektir. Futbolun bir endüstri olarak devam edip etmeyeceğinden çok daha önemlisi, futbolun daha çok endüstrileşip endüstrileşmeyeceğidir. Çünkü futbol, nihayetinde amatörlüğü haizdir. Taraftarların takımlarına tutkuyla bağlanmasının, oyuncuların tuttukları takımlarında oynama isteklerinin, insanların işini gücünü bırakıp futbol izlemesinin tek nedeni futbolun içindeki amatörlüktür. Profesyonellik sahada ve yönetimde, amatörlükse tribüne özgü hasletlerdir.
Eğer taraftarlık, tamamen ödenen paranın karşılığını almak; sporculuksa maaşlı çalışan boyutuna indirgenirse ortada yalnızca çürük bir endüstriyle karşı karşıya kalırız. Bu endüstri de zamanla kendini lağvetmeye mecburdur.
Evet, metalaşan post-truth dünyada taraftarlığın da sporculuğundan da endişe edilen boyuta doğru ilerlediğini söyleyebiliriz. Ancak sırf şu son 5-10 yıla bakıp bir futbol distopyası oluşturmanın da hiçbir manası olmadığını düşünüyorum. Çünkü her şey ne beklenildiği kadar iyi ne de beklenildiği kadar kötü gider.
Öte yandan bugünün sporcularının kötü sporcular olduğunu da düşünmüyorum. Hatta düne göre sporun daha çok bilincinde olan bir dünyada yaşıyoruz. Spor, dün de yüksek farkındalık sahibi insanlar tarafından yapılmıyordu. Sadece spor yapan insan sayısında bir artış var. Endüstrinin hızla büyümesi, bize zihinsel ve sportif anlamda çok daha büyük şeyler vadediyordu. Artık farkında olmak yetmiyor, o farkındalığın ve bilincin ötesine geçmek gerekiyor. Bunun için de insanların Olimpik düşünceyi benimsemesi gerekiyor.
Olimpizm; sporun, siyasî, kültürel, toplumsal bütün tabularına karşı olarak sporun insanın kendini keşfetmesi için yapılmasını talep eder. Bir sporcunun, özgür olabilmesi Olimpizm’le mümkündür. Ancak Olimpik kültürün yerleştiği bir yerde spor, yüksek maaşlar almak için yapılmaz. Olimpik kültürün hâkim olduğu bir kültürde taraftar, para verdiği için kendini her türlü vandallığı yapmaya hakkı varmış gibi görmez. Olimpik kültürün olduğu bir memlekette kulüpler, soyup soğana çevrilmez. Çünkü burada herkes, sporu kendisini keşfetmek için yapmaktadır. Amaçsa kendini keşfetmektir.
Gerek UEFA, gerekse FİFA, futbolun eskisi kadar popüler bir oyun olmadığının herhâlde farkındalar. Büyükleri daha fazla finanse etme fikriyse çözüm olmaktan oldukça uzak. Nihayetinde UEFA da FİFA da yıllardır bu politikaları güderek futbolu bu kadar büyük bir endüstriye çevirdiler ama bütün dünyada eskisi gibi sıcak para akışı yok. Basılan paralar, sosyal devletçiliğin bir süre daha varlığını devam ettirmesini sağlasa da bu krizin etkisi on yıllar sürecek gibi görünüyor. Üstelik bu uygulamanın uzun vadede halka enflasyondan başka bir şey getirmeyeceği de açık.
Sadece Türk kulüpleri değil Avrupa’nın en elit kulüpleri bile seneyi milyonlarca euro zararla kapatıyor. Modern dünyada yetiştiremeyen, üretemeyen kulüplerin var olma şansı oldukça azalırken bu kriz, yetiştirmenin de bir şeyler kazanmak için de lâzım gelen bütçeyi, kulüplerin elinden aldı. Dünya hâlâ Neymar’ın 222, Coutinho’nun 135 milyon€’ya transfer etmesinde kalmış olabilir ama dünyada böyle bir para mevcut değil. Kulüpler, altyapılarına yatırım yapmasa tamamen silinmek ve transfer yapmasa klasman kaybetmek ikilemiyle tedirgin durumda.
Burada şöyle bir durum söz konusu: Tribün -yani toplum- baskısı olmadığından nispeten rahat olan bazı kuzey ülkelerinin futbolunun yukarıya çıkışı devam edebilir. Mesela EURO 2020’de İsviçre’nin ve Çekya’nın performansı, Danimarka’nın yarı final oynaması, Finlandinya’nın tarihinde ilk kez turnuvaya katılıyor olması rastlantı değildi. Bazı ülkeler nüfuslarını besleyecek istihdam olanaklarına sahip değilken özellikle Kuzey ülkeleri nitelikli iş gücüne ihtiyaç duyar durumda. Bu durumda elindeki imkânları en iyi kullanmak için ellerinden geleni yapmak zorundalar. Bu zorunda kalış da insana değer vermelerini sağlıyor. Bu yüzden her ne kadar henüz o ekonomik gücü oluşturamamış olsalar da bu kargaşadan uzak ve sakin ülkeler, bir gün sporda çok daha önemli bir güç hâline gelebilirler. Çünkü Olimpik devrimin gerçekleşebilmesi için uygun şartlara sahip durumdalar.
Henüz Avrupa Süper Ligi için zaten uygun siyasî ortam olmasa da böyle bir projenin gerçekleşmesi hâlinde bile bunun futbol ekonomisine ciddi bir çözüm olacağının garantisi yok. Artık vergi affı gibi çözümlerin de fayda sağlayacağı aşamaları çoktan geçtik. Bu, şu an için devletler açısından da mümkün olan bir şey değil. Büyük ihtimalle borç yüklü, freni patlamış bu kamyonun yokuş aşağı yuvarlanışına tanık olacağız. Belki onulmaz yaralar alacağız ama bunun şu an için bilinçli olmakla çözüleceğine inanmıyorum. Çünkü öyle bir uğultu var ki hiçbir insan bu hengâmede doğru olanı duyamaz. Ancak birileri Olimpik düşünceyi benimseyerek kendini kurtarabilir.
Öte yandan e spor diye dünyaya pazarlanan dijital oyun kültürü de apartmanlarda yaşayan, üstelik pandemide bir buçuk yıl evde mahsur kalmış çocuklar için içine doğulmuş bir dünyadır. Bu çocuklar isteseler de futbol oynayamazlar çünkü zaten böyle zaptedilmesi gereken bir güce sahip değiller. Sabah kahvaltılarını yapıp güneşin altında akşama kadar oynamak yerine sabah kahvaltılarını geçiştirerek sabahtan akşama kadar bilgisayar oyunu oynamayı tercih etmiş çocuklar bunlar. Bir futbol takımına sempati duysalar bile futbolun nasıl oynandığıyla ilgili fikirleri yok. Onların futbolla aralarındaki tek bağ, telefon faturası öder gibi kulüplerine para veriyor olmaları. Oysa insanların hayatında futbolun bir tutku olmasının en büyük sebebi, oynanması çok basit olduğundan hemen hepimizin bir futbol geçmişi olmasıdır.
Yeni nesil iktidarların, bu yeni nesli futbolla apolitize edemeyeceği açıktır. Bir kere bu çocukların dikkat eşikleri oldukça yüksektir. Dolayısıyla onlara hitap edecek şey, futbol değildir ve olamaz. Yeni dünyada üzerinde birkaç gün konuşulacak şeye değil tamamen onunla oyanılacak bir metaya gereksinim vardır: Bu da e spordan başkası değildir.
O kamyon yokuştan aşağı yuvarlanana kadar… Her şey çok geç olmadan bugün en azından sporun bir hümanizma (aydınlanma) olduğunu, bu yüzden hümanist olmamız gerektiğini anlamamız gerek.
Muhtemelen Batı devrimin kazanımlarını 50-60 yıl içerisinde tamamen kaybedeceğiz. Bambaşka bir dünyaya merhaba diyeceğiz ama o zamana en iyi hazırlanmak durumundayız. Bireylerin ve toplumların bu yıkıcı süreçten en az zararla çıkmasının tek yolu budur.