Çok büyük beklentilerle başladığımız Euro 2020 Avrupa Futbol Şampiyonası’ndan turnuvanın en kötü performasıyla ayrılıyoruz.
Suçlu aramak, suçu başkalarına atmak veya bir ya da birkaç kişinin üzerine yıkmak işin kolay tarafı ancak analizi doğru yapıp eksikler üzerine konuşmak aynı hatalara düşmemek adına faydalı olabilecek bir yöntem.
Millet olarak hayata duygularımızla bakıyoruz. Futbolun yürekle ve yürekten oynanan bir oyun olduğuna inanıyoruz ancak bugün 2021 yılı itibariyle futbolun yürek, cesaret gibi kavramlarla artık herhangi bir ilgisi bulunmamaktadır. Bu açıdan Hıncal Uluç’un “haddimizi bilerek oynamaya” karşı olmasını bir eleştiri olarak almamız imkânsız. Topa sahip olmanın, defalarca pozisyona girmenin yalnızca küçük bir istatistik olduğu günümüz modern futbolunda haddini bilerek ya da bildirerek oynamak diye bir şey söz konusu değildir.
Bugün Avrupa’nın en elit takımları toplanıp aralarında sonsuz defa maç yapsalar İstanbul’daki 3-3 biten Milan- Liverpool maçı gibi bir oyun ortaya koyamazlar. EURO 2008’de Türkiye’nin oynadığı maçlara bir bakın: Geçen 12 yılda Türkiye’nin attığı veya yediği gollerin bugün Avrupa Şampiyonası’nda gol olma ihtimali yok.
Ülke futbolu olarak önceleri çok korkaktık. 6-7 savunmacıyla çıkıp 4-5 gol yiyorduk. Sonra baktık ki korkunun ecele faydası yok biz de rakiplerimiz gibi oynamaya başladık çünkü o dönemde hücum, bir cesaret işiydi. Futbolcudan ayağında topla oynayıp birkaç adam geçip efektif hareketler yapması beklenirdi. Hücum seti, bloklar arası geçiş gibi kavramlar yoktu. Savunma, 1. bölgede yapılır; top bir an önce 3. bölgeye atılıp gol bulunmaya çalışılırdı. E topu ayağınızda tutmak için ise iki şeye ihtiyacınız vardı: Öz güven ve yetenek. Bu ikisi bir araya geldiğinde önünüzde duracak hiçbir takım yoktu.
Modern futbolun gelişmesinde belkide kilometre taşı oyunculardan biri olan Thiago Alcantra bakın ne diyor: “Modern futboldan nefret ediyorum. Modern futbolda daha az sihir görüyoruz. Oyuncular çok hızlı ve fizikli olduğu için çok fazla top sürmeye gerek yok. Oyuncular her yönden daha gelişmiş ama oyunda size nefes kesici anlar yaşatabilecek oyuncuları kaçırıyorsunuz.”
Meseleye bu açıdan bakıldığında milli takımın 6-7 savunmacıyla çıkıp 4-5 yediği günlerden kalma Fatih Terim, Şenol Güneş, Ersun Yanal gibi isimlerin en defansif oynattıkları maçta bile haddini fazlasıyla aştığını söyleyebiliriz. Çünkü mesela Şenol Güneş kendi devrinde ne gördü ki bugün onu geliştirecek? Şenol Güneş, bugünlere kadar bir şeyler getirebilmişse bu, Şenol Güneş’in kendi başarısıdır. Bugün için Şenol Güneş ne oynattıysa onu başınızın üstünde kabul etmeniz gerekir. Elinde her türlü imkân olup 12-13 yaşında Fifa’dan regista rolünü öğrenenler zamanında maden eldivenleriyle kalecilik yapmış Şenol Güneş’i suçluyor.
Bu, demek değildir ki Şenol Güneş eleştirilemez. Futbolu, topa tekme atmak olarak gören herkes pek tabiî Şenol Güneş’i eleştirebilir. Ancak bu eleştiriye de şöyle bir soru yöneltilebilir: Şenol Güneş bu. Ne bekliyordunuz?
Daha önce Şenol Güneş’in oyununun nasıl pozitif bir yanını gördük ya da Şenol Güneş taktiksel anlamda ülke veya dünya futboluna nasıl bir bakış açısı getirdi?
Şenol Hoca, kendi oyununu kabul ettirebildiği maçlardan mutlak galibiyet alır. Onu başarılı kılan da budur zaten ancak karşısındaki takımın seviyesi ne olursa olsun eğer biraz sistemli bir oyun anlayışı ortaya koyuyorsa işte o zaman Şenol Güneş’in takımı için çanlar çalmaya başlar. Oyun içerisinde formasyon, taktik değişikliği yapamaz, oyunu okuyamaz ancak kulübede hep bir jokeri vardır. Şenol Güneş’in oyunu bireysel beceriler üzerine kurulu; savunmada savunma, hücumda hücum eden ancak en çok da hücum ederek savunma yapan bir anlayışa sahiptir. Kendisi bir X kuşağı antrenörü olarak modern futbolun argümalarına antitez üretememektedir. Abdullah Avcı, modernist; Terim, post-modern bir kişiliğe ve dolayısıyla oyun anlayışına sahiptir. Şenol Güneş ise büsbütün gelenekçidir. Modern dünyada gelenek, ne kadar kendini kabul ettirebilirse Şenol Güneş ve oyun anlayışı da kendini o kadar kabul ettirebilir. Elbette bugün, geleneksel olanın, modern olanı yendiği çokça durumla karşılaşıyoruz. Elbette Şenol Güneş, modern olana karşı geleneği kabul ettirebilir. Ancak bu doğrultuda zaferler, her zaman büyük; yenilgilerse hezimet olur. İzlanda’yla 3-3 berabere kaldık, Italya’dan 3 yedik çünkü Şenol hoca, hem kendi oyununu kabul ettiremedi hem de modern futbola bir antitez üretemedi. Fransa ve Hollanda galibiyetinde ise Şenol Güneş, modern olanı yerle bir etti. Sırf modern olacak diye bir şey “iyi” olacak diye bir kanun yok. Muhakak bu iyi ve kötü, Futbol Aksiyolojisi içerisinde değerlendirilmeli ancak futbolun bir tez-anti tez oyunu olduğunu düşünürsek nerede ne yapacağı belli olmayan bir Şenol Güneş’le karşı karşıya kalırız.
Öte yandan X kuşağı teknik direktörlerinin özellikle Z ama Y kuşağının son temsilcileri ile de iletişim problemi yaşadığını dünya futbol basınından takip edebiliyorduk. Turnuvanın en genç takımı olan Türkiye’nin antrenörü, futbolcuların vücut dilinden de anlaşılacağı üzere oyuncularını uygulamak istediği taktiğe ikna edememiş. Herhâlde en az 1.5 yıldır rakiplerimizi bildiğimiz bu turnuvaya hiçbir taktiğimiz olmadan çıkmadık. Ancak lider, ardındakileri bir plana ikna edemiyorsa orada ciddi sıkıntılar oluşmaya başlar.
Rakiblerimizin genelde 3’lü savunma tercihine artı olarak bizim de 2. ve 3. bölgede savunma yapma anlamındaki eksiklerimiz eklenince bu tablo kaçınılmaz oldu. Dolayısıyla her biri birbirinden değerli bu futbolcular ortaya iyi bir oyun çıkaramadı.
Şenol Güneş, bu turnuvada meşhur hızlı geçiş oyununu tamamen kontralar üzerine planladı. Elbette o da üst bir arenaya çıktığının, futbolun artık cesaret ve korkaklık oyunu olmadığının farkındaydı. O, modern futbolun bu argümanına karşı savunmayı iyi yapıp kontralarla gol bulmayı hedefledi. Hani sormuştum ya “Şenol Güneş bu. Ne bekliyorsunuz.” diye. Daha turnuvanın başında Şenol Güneş’in gelişmiş hücum setleri hakkında nutuk atan ve dolayısıyla Şenol Güneş’ten ofansif anlamda çok şeyler beklediğini bağıra bağıra söyleyen bir televizyon yorumcumuz vardı. Hızlı geçiş oyunu oynatan Şenol Güneş’in olmayan hücum setleri anlatıldı bu ülke televizyonlarında.
Şu çok açık bir şey: Duygularımızla hareket ediyoruz ve dünya hakkında en ufak bir fikrimiz yok. Modern futbolun ne olduğunu bilmiyoruz. Bunun en büyük nedeniyse aslında değişimi kabul etmek istememizden kaynaklanıyor. Biz istiyoruz ki her şey hep o zamanki gibi kalsın. Çünkü öyle kalırsa akıbet biz ona çözüm bulabiliriz.
Ve bu gerçeklikten kaçış, zorunlu olarak bizi hayal dünyasında mutlu olmaya itiyor. Turnuva başlamadan önce gün sayıyorduk, bizim çocuklar diyordik. klipler çekip reklamlarda oynatıp Avrupa basınının onlardan övgüyle bahsetmesiyle gururlanıyorduk. Yerli medya, Avrupa medyasının bu övgülerini bire bin katarak yazıyordu. Bugün Ersin Düzen dedi ki: “Bu çocukları, medyanın çok abarttığını söylüyorlar. Hâlbuki Avrupa basını da bizi gizli favori olarak gösteriyordu. E lejyonerlerimiz de ortada zaten.”
Birincisi, potansiyelimizin olup olmaması çok önemli değildi çünkü futbol, potansiyel ya da yetenekle değil taktiksel disiplinle oynanan bir oyun. İkincisi böylesine genç bir jenerasyonun çocuklarının, sürekli göz önünde bulunması, konuşulması onlara ancak zarar verirdi ki bunu da gördük. Üçüncüyse Ersin Düzen, medyanın önemli yüzlerinden biri ve olası bir başarısızlıkta bu başarısızlığın müsebbibi olarak görülmek istemiyor. Ersin Düzen, kendisinin de içine bulunduğu medyanın bu işin baş sorumlusu olarak görülmek istemiyor. Kısacası Ersin Düzen, bu şekilde konuşarak sorumluluk almaktan kaçıyor.
Hani biz futbolcularımızı futbol oynamaya değil savaşmaya gönderdik ya, hani biz turnuvaya günler kala daha önce kazandığımız muharebelerden bahsettik, Çanakkale’yi, Sakarya Meydan Muharebesi’ni yâd ettik ya… Ülkece üzerinde en uzlaşamadığımız kahramanın Sakarya Meydan Muharebesi’nde söylediği ama bütün Milli Mücadele’nin inandığı şeyin aforizması olan “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh, bütün vatandır.” sözünü anlamına zaten vâkıf olamamakla birlikte aklımıza dahi getirmedik. Hepimiz tuttuğumuz takımın oyuncusu oynasın, Uğurcan değil de Altay oynasın veya kendi takımımızdaki futbolcu neden oynamadı tartışması yaparken Milli Takım’a, Milli Takım’ı temsil eden değerlere hakaret edip onlara en büyük kötülüğü bizim yaptığımızı unuttuk. Kibrin olduğu yerde sıkıntılı benlik vardır. Milletler bazında düşündüğümüzde kibrin, eş değeridir. Hamasetin olduğu yerde millî benlik oldukça toksik bir yapıdadır. Her tarafından toksik fışkırttığımız bu milli takımın ise başarılı olma şansı yoktu. Yine büyük tartışmalarla gittiğimiz EURO 2008’de yaptığımız en doğru iş, hamasetle değil millî birlik ve bütünlükle hareket etmemizdi.
Sonuçta Şenol Güneş’in set oyunu değil de hızlı geçiş oyunu oynattığının farkında olmayan spor yorumcuları sayesinde Türk Milli Takımı, turnuva boyunca hama’set oyunu oynamak zorunda kaldı. Tuncay Şanlı, EURO 2008’de maçlara çıkmadan önce mehter marşı dinlediklerinden bahsediyor. Bugün X kuşağı gençleri hem bunu yapmaya gerek duymaz hem de Klopp’tan, Pirlo’dan, Galtier’den taktik alan bu adamların oynamsı için lazım olan hama’set oyunu değil set oyunudur.
Biz 3’lü savunma yapabilir miyiz diye düşünürken Şenol Güneş’in 3’lü savunma yaptıramayacağı; biz topa sahip olan, oyunu domine eden, ileride top tutan, hücum futbolu oynatan bir milli takım düşlerken Şenol Güneş’in böyle bir arenada böyle bir oyunu kabul ettiremeyeceği oldukça açıktı.
Haydi EURO 2008’de bu gaz oyunu ya da hama’set oyunuyla yarı finale ulaştık ki o günkü futbol dinamikleri, bize bunu zorunlu kılıyordu. Peki kaç yıldır aynı taktikte ısrar etmemize rağmen neden ülke futbolu olarak sürekli geri gidiyoruz? Acaba bunun değişen futbol dinamikleriyle bir ilgisi olabilir mi? Norveç maçında Sørloth üzerinden hamaset yaptık, doğru oyunla kazandık. Ancak bir sonraki TFF 1. Lig ayarındaki bir takım olan Letonya’ya yenildik. Daha önce yine harika bir oyunla Fransa’yı 2-0 yenip dönüşünde Turkishhead meselesinden İzlanda’ya 2-1 yenildik.
Demem o ki bu milli takımın başına modern futbol oynatabilen, genç bir isim gelmedikten ve medya, bu hamasetten kurtulmadığı sürece kimse milli takımdan sürdürülebilir, somut bir başarı beklemesin.
Demem o ki bu milli takımın başına modern futbol oynatabilen, genç bir isim gelmedikten ve medya, bu hamasetten kurtulmadığı sürece kimse milli takımdan sürdürülebilir, somut bir başarı beklemesin.
TFF de bu yetkilere sahipken yabancı kuralıyla uğraşmak yerine tüm ülkeye futbolu nasıl sevdiririz, nasıl daha iyi antrenör yetiştiririz gibi konulara eğilir; Şenol Güneş de bu konudaki tecrübelerini TFF’yle paylaşıp ülke futbolunun gelişmesine ufak da olsa bir katkı sağlayabilirse çok makbule geçer.