Arapça “yakınlaşmak” anlamına gelen “kurb” kökünden gelen kurban yalnızca hayvan kesme etkinliğinden ibaret değil.

Şüphesiz burada bir kültür söz konusu. Pekiyi, bütün Müslüman âlemi bu kültürün ne kadar farkında ve bu kültürü ne kadar yaşayabiliyor? Kurban ibadeti kendi içerisinde ne kadar incelik oluşturabilmiş, eğer oluşturabilmişse bu kültürü nasıl aktarmış veya ne kadar aktarabilmiştir?

Batı’nın Christmas’ı en seküler çevrelerde bile kabul görürken Doğu’nun Kurban’ı, kendi yetiştirdiği evlatları tarafından kınanıyor.

Bir kere vegan olmak, vicdanî bir tercihtir ve kimsenin insanları tercihleri sebebiyle yargılama hakkı yoktur. Ancak veganlık, bir şehirli davranışıdır. Asya’da et yemeyi yasaklayan inançlar, şehirler etrafında gelişmiş incelikli düşüncelerdir. Geleneksel toplumda temel besinin et olmasına karşılık şehirli, kendisi gibi “hareket eden” canlılara karşı bir duyarlılık geliştirmiş; böylelikle kendini geleneksel yaşantıdan ayırmıştır.

Nerede olursa olsun şehirli ve kırsal arasında bir çatışma her zaman vardır ve var olmuştur. Kendini doğa şartlarına karşı koymaktan, bir başka deyişle vahşi yaşamdan kopup medenî bir yaşama geçenler, geleneksel yaşamın zorunluluklarına karşı bir cephe almaktadır.

Batı’nın hem kendi içerisinde bir yazılı kültür oluşturabilmesi hem de şehirleşmesini tamamlayıp kırsal ile şehir arasında yumuşak bir geçişi sağlayabilmesi Avrupa’nın bütün başarısını Christmas’a cephe almasına karşı olmasına rağmen bu geleneği kendi “yeni” kültürü içerisinde absorve edebilmeyi başarmıştır.

İstisnaların her zaman mümkün olmasıyla birlikte yazılı kültürün sözlü kültüre, görsel kültürün ise yazılı kültüre karşı galip geldiği muhakkaktır. Dünyanın görsel kültüre geçtiği bir çağda Türk kültürü sözel kalmış ve kuşaklar arası kopukluklar sebebiyle zarafetini kaybetmeye başlamıştır.

Şehirli ile kırsal arasında olduğu gibi kuşaklar arasında da bir çatışma vardır. Kültür, sözel kaldığı sürece gerek bu çatışmadan gerekse hafızanın nisyan ile mamul olmasından gelenek aktarımı kesilecektir. Suçu medyaya atmak kolaydır ancak yazılı kültürü oluşturan kitabın da bir medya olduğunu düşündüğümüzde bu suçlamanın haksız olduğu görülecektir. Üstelik televizyon ülkemize çok geç gelmiştir. Problem, bizim hiçbir kültüre ve çağa ayak uyduramamızdadır.

Dolayısıyla bazı aydınların Batı’ya karşı olan bakış açıları yalnızca bir kompleksten ibaret değil Türk tarihinin sonucudur.

Aydın kimse yazılı kültürle haşır neşir olduğundan çoğu zaman sözlü kültürü ıska geçer. Sırf Boratav’ın solcu olması nedeniyle halkbilimi kürsüsünün kapatıldığı, halkbiliminin yıllarca okutulmadığı ülkemizde aydının içinden çıktığı topluma ve halka yabancılaşması, bir aydın gözüyle onlarla temas edememesi oldukça doğal karşılanmalıdır.

Kaldı ki şehrin içinde kalan ve estetikten uzak hayvan pazarlarıyla, eti ucuza getirmek için kurban kesen orta sınıfıyla, etin en kemikli bölümünü fakir fukaraya dağıtan zenginiyle, birbirini hatırlamak için bayramların gelmesini bekleyen komşuların oluşturduğu bir kültür elbette sorgulanacaktır.

Kentli kültür içerisinde organik dayanışmasını oluşturamayan, kırsaldaki organik dayanışmasını kentten ithal bireysellik ile kaybeden bir toplumun gençlerinin akrabaları ve akraba ziyaretlerini “yapmacık” olarak görmesi de oldukça doğaldır.

Doğal olmayan nedir biliyor musunuz? İnsanların inançlarını yaşayarak değil radikalize olarak sağlamlaştırmaları ve bunu yaparken başka inançlara karşı olan saygılarını yitirmeleridir.

Birilerinin toplumdan kopuk yaşaması veya o toplumu oluşturan kişilerin yoz davranışları bizim dünyaya bakış açımızı şekillendirmeli ancak başat rol oynamamalıdır.

Bizim güç aldığımız nokta, başkalarının zayıflığı olmamalıdır. Böyle bir toplum çoktan çökmüştür.