Bir “Oyunu Anlamak” yazısını hazırlamak sanıldığı kadar kolay değil. Bunun için belki saatlerce haber takip ediyor, istatistiklere bakıyor, takımları ve oyuncuları en ince ayrıntısına kadar analiz ediyorum. 

Şüphesiz bu yazıların kolay yazıldığını söylemek, benim için çok daha pragmatik olurdu. Hayır, futbol hakkında bir şeyler yazmak zor değil. Zor olan, insanların yararına olacak şeyleri bulup insanlara sunabilmekte. Bu da bir plan ve program gerektiriyor ki benim gibi meslekten olmayan kimselerin üç günde bir maç yazısı yazması çok zor. Üstelik bunca emek vermeme rağmen Google’ın reklam gelirlerinin, dilenciye sadaka verecek kadar bile olmaması işin bir başka boyutu. 

Bir başka sorun da kullandığım ücretsiz istatistik sitesi whoscored.com’un Avrupa kupaları için istatistik sunmaması. Yeterli veriye ulaşamadığımdan Trabzonspor’un Avrupa’da oynadığı maçları Süper Lig karşılaşmalarını analiz ettiğim şekilde birçok harita ve grafikten yararlanarak inceleyemiyorum.

Ancak bir gün ben, hâlâ internet sitemde Trabzonspor’u analiz ediyor olur, Trabzonspor Avrupa kupalarının gediklisi hâline gelir, üstüne internet sitemden ufak da olsa bir gelir elde etmeye başlarsam -Yani bu iş, beş altı ihtimalin daha gerçekleşip Selçuk Inan’ın free-kick’ten o golü atması gibi bir şey- kazandığım parayla çok daha ayrıntılı ve Şampiyonlar Ligi ile ilgili istatistikleri de paylaşan “ücretli” sitelere abone olup bütün odağımı Trabzonspor’un Avrupa maçlarına çevirebilirim. 

Bu yazı dizisinin Avrupa şampiyonaları için yapılan Trabzonspor analizlerinde ülke futbolumuz ile Avrupa futbolu arasındaki uçurumu deneyimleyecek ve bazı yeni kavramlara değineceğiz.

Kopenhag denince hepimizin aklına oyunu fizik kondisyon odaklı oynayan, topa daha az sahip olup hızlı hücum ve duran toplarla gol bulmaya çalışan, bununla birlikte “sert” ve “diri” oyunculardan kurulu bir takım geliyor. Son 3-4 yıldır bu anlayışı değiştirmeye yönelik çalışmalar yapıyorlar. Kopenhag; artık daha çok topa sahip olan, oyunu daha çok domine etmeye çalışan bir takım kimliğine bürünmeye çalışıyor. 

Kabul etmeliyiz ki Danimarka futbolu, durgunluk döneminden sonra şu 10 yılda büyük bir gelişme gösterdi. Kopenhag, zaten uzun yıllardır ülkenin tek süper gücüydü ancak Midtjyllland, Randers, Nordsjælland gibi takımların yükselişleri anlaşılan Kopenhag’ı da bir değişime zorlamış. Danimarka futbolu, düşüşte olduğu dönemde bile coğrafyasının dezavantajına ve dar havuzlarına rağmen kötü futbolcular yetiştirmiyordu. Yalnızca Kuzeyli ülkelere özgü bir yaratıcılık ve ilaveten bitiricilik problemleri vardı. Başlarda bunu göçmen çocuklarıyla çözmeye çalıştılar ama gelişen teknolojiyle birlikte uzakların birbirine yakınlaşması, bu yaratıcılık problemlerini de aşmalarına yardımcı oldu.

İbrahimovič, bir röpörtajında ülkesinde diğer gençlerin aksine Brezilyalı oyuncuları örnek aldığını söylüyor. Milenyumun ilk yıllarında İbrahimovič, bir Kuzeyliye göre iyi, ancak Batı Avrupa futboluna göre pek de yeterli olmayan bir yaratıcılığa sahipti. Norveç’ten Joshua King, belki iyi bir bitirici ve yaratıcıydı ama nihayetinde bu, onun ırsî bir özelliğiydi. Kapalı savunmaları aşmanın çok zorlaştığı bu dönemde, sosyolojinin ve coğrafyanın izin vermemesi sebebiyle yeterince yaratıcı olamayan Danimarka futbolu, çareyi iyi savunmakta, iyi mücadele etmekte ve kapanmakta buldu. Oysa şimdi insanların sadece yaşadığı toplumla sınırlı kalmadığı, oturduğu yerden başka sosyolojileri ve anlayışları deneyimleyebildiği bu çağda, Danimarka futbolunun da yaratıcılık problemini aşmaya başlaması son derece doğaldır. Üstelik rüzgâr; nüfusu az, sakin ve bugüne kadar taraf olmamış bu Kuzey ülkelerinden yana esmektedir. Mesela Youtube’un olmadığı bir dünyada Haaland gibi bir oyuncunun yetişmesi mümkün değildir. 

Ancak belli ki Kopenhag, henüz bu değişimin tatlı sancılarıyla boğuşmakta. Futbol ekonomileri çok büyük olmadığından zaten yarışmacı bir takım olmalarının belirli avantaj ve dezavantajlarını uzun yıllardır yaşıyorlar. Şu sıralar da önemli birçok oyuncularını kaybettiler ve her an, bunlara birkaç isim daha eklenebilir. Buna karşın bunun organizasyonlarına çok da büyük bir etkisi olmuyor. Kopenhag gibi takımlar, benzer organizasyonları, farklı oyuncularla yapabildikleri için Avrupa futbolunda iyi veya kötü bir konum elde edebiliyor. Bu, onların karakteristik bir özelliği hâline gelmiş.

Bu tür maçlar, motive olunacak maçlar değildir. Hedefleri olan bir futbolcu, böyle büyük maçlara zaten kendi kendine motive olur. Futbolcuların hedefleri, genelde öyle kabul edilse de her zaman yaşlarıyla koşut değildir. Spor ahlakı açısından da profesyonel olmak açısından da olması gereken budur. Fazla motive olmaksa konsantrasyon hatalarını beraberinde getirir. Trabzonspor, özelllikle ilk yarıda zaman zaman iyi işaretler verse de bu işaretlerin anlık konsantrasyon hareketleriyle sönmesini, aşırı motivasyona bağlıyorum. Abdullah Avcı’nın da ilk golden sonraki beden diline baktığımızda sahada istenileni sahaya yansıtamayan bir oyuncu grubunun olduğunu tahmin ediyorum. Bence bu maça özel olan sorunlar, fazla motive olmak ve Trabzonspor’da bu seviyeler için kurumsal hafızanın yeterli olmamasaydı. 

Sorunun büyük bir kısmı, Trabzonspor’un hazırbulunuşluluğuyla ilgili. Trabzonspor, zaten oyunu geriden çok iyi kurmuyordu. Trabzonspor, zaten çok üretken bir takım değildi. Trabzonspor sezon genelinde zaten 2. ve 3. bölgeler arasındaki bağlantıda sorunlar yaşıyordu. Üstüne üstlük sağ stoperde sol ayaklı oyuncunun oynaması, geçişi yaparak 1. ve 2. bölgeler arası bağlantıyı sağlayan Hamšik’in sakat olması, set hücumunda tecrübesiyle, savunma katkısıyla ve ön alanda presteyken pozisyon farkındalığıyla oldukça kritik bir rolü haiz Visča’nın yokluğu oyunu Trabzonspor adına elbette kitleyecekti. 

İki orta sahanın da sol ayaklı olmasının Trabzonspor ataklarının sol tarafa endeksli olmasının en büyük nedeni olduğunu söylemiştik. Bu maçta aynı problemi tekrar yaşadık. Ters tarafta Kouassi, zaten orijinal mevkisinde değildi. Kouassi, Visča gibi kanatta tek başına mücadele edecek, sağ çizgiyi domine edecek bir oyuncu da değil. Oynamak için oynatılmaya ihtiyaç duyan bir oyuncu Kouassi. Orta sahalarımızın topu tutamadığı, alıp saklayamadığı bir durumda 4-3-3’te merkez hücumları geliştirmemizin mümkünü yok. Mecburen kanat organizasyonlarına bel bağlamak zorunda kalacaktı Trabzonspor. 

Şurada Siopis’in yüzü dönük servis yaptığını düşünelim. 4-3-3 dizilen bir takımda Siopis, oyun kurmak için topu, ya Bakasetas’a ya da Ömür’e topu oynamak zorunda. Sarı kesik oklar, bu bağlantıları gösteriyor. Bu durumda iki futbolcunun da pas alacağı için öncelikle sırtının kaleye dönük olması gerekiyor. Kopenhag ise 4-4-2 dizilişinde Siopis’in pas kanallarını tıkamış. 4-4-2 savunmayı aşmanın yolu, kendi bloklarınızın hareket etmesi. Yani Baka’nın ve Abdülkadir’in burada topu alabilmesi için çok daha hareketli olması gerekiyor. İki futbolcunun da muhtemel hareket noktalarını siyah oklarla gösterdim.    

Pekiyi, bu yeterli mi? Hayır! Şuradaki senaryoda topu Bakasetas’ın aldığını gördük. Bu durumda Baka’nın topu önce alıp saklayıp Ömür’ün hareketlendiği yere atması lazım. Bu sırada bekler de bir pas opsiyonu olarak konumlanacak ancak ilk tercih Siopis, Baka ve Ömür’ün aralarında top çevirmesi ve bu üç ismin yavaş yavaş merkezi domine etmesi. Bunun üzerine artık rakip takım setinin çözülemediği durumda oyunu stoperlerin kurmaya çalışması gelir. Stoperin topu 2, mümkünse 3. bölgeye hatasız göndermesi gerekir ki plan işleyebilsin. 

Pekiyi, bu bizde nasıl oluyor? Siopis, zar zor topu oyuna sokuyor, Bakasetas’a oynuyor. Bakasetas da hiç düşünmeden kanada, Trezeguet’ye oynuyor. Eh Süper Lig’te bile Trezeguet’yi iki kişi marke ediyor, Şampiyonlar Ligi’nde bu ucuz plana prim verilir mi hiç?  

Bakın ilk gol nasıl gelmiş. Hugo, topu sürerek geliyor. Bakasetas ve Abdülkadir başta uzun süre kadrajda görünmüyor. Iki futbolcu da olduğu yerde bekliyor demek bu. Kopenhag, söylediğim gibi 4-4-2 savunma hâlinde. Hugo, topu Ömür’e veya Bakasetas’a oynayabilse tam 6 Kopenhaglı oyundan düşmüş olur. Bakalım Hugo, nereye oynuyor?  

Denswill’e. Top Denswill’in ayağına geldiği an Denswill ancak Hugo, belirlenen yere hareketlenirse felâket engellenmiş olur. Denswill, Siopis’e oynuyor ve baskı altındaki Siopis, topu öyle kötü kontrol ediyor ki Kopenhag hızlı hücumunun başlamasına neden olacak hatalar silsilesi başlıyor.  

Savunma çizgisi tamamen bozulmuş. Solda Eren, olay yerine çok uzak kalmış. Bakasetas, bir şeyleri sezip geliyor ancak Ömür, epeyi geride kalmış. 

Dikkat edin, bu sefer Ömür, biraz daha fazla geriye gelmiş, buna karşılık Bakasetas, oyunu olduğu yerde izliyor. 

Visča ve Ömür, Kopenhaglı oyuncu son vuruşu yaptığında bölüm bölüm koşarak nereye kadar gelmişler, bakın. Şimdi küçük bir hesap yapalım: 4 defans oyuncusu 1 de Siopis yaklaşık 40 metre geriye geldi mi? 40×5=200 metre yapar. Abdülkadir ve Bakasetas da yaklaşık 50 metre geriye gelmiş midir? 50×2=100. Görünen o ki Kouassi de bir 50 metre geriye gelmiş. Kadrajda hiç yoklar ama Trezeguet ve Cornelius da 30’ar metre geriye gelseler? 30×2=60 metre. Şimdi toplayalım: 200+100+50+60=410 metre. Atağın başlangıcı 8.14, bitişi 8.28 saniyede. Yalnızca 14 saniyede 410 metre katetmiş Trabzonspor. Futbol, yüksek tempolu koşu oyunudur. Bu oyunda koşmak zorunludur. Eğer 410 metre koşuyu, Trabzonspor hucum ederken yapsaydı, yani hücum hattı yeterince hareketli olsaydı gol atabilirdi. Oysa şikfi hem 410 metre koşmuş hem de gol yemiş oldu. 

Yenen bu golden sonra Abdullah Avcı küsüp olumsuz bir beden diliyle yedek kulübesine oturuyor. 30. dakika bir Kopenhag geçiş hücumu daha. Bakasetas ve Abdülkadir arasındaki bağ, tamamen kopmuş. Trezeguet yine kadrajda yok. Kouassi, kendi kendine koşuyor. Basit bir organizasyonla arka direğe çevrilen top, yan ağlarda kalıyor.  

Peki suç, takıma sürekli geçiş yediren Abdülkadir ve Bakasetas’ta mı? Hayır çünkü ortada bir suç yok, geliştirilmesi gereken yetenekler var. Mesela Cornelius’un ok yönünde mermeze doğru sürekli gelmesi ve takımın merkezi domine etmesine yardımcı olması gerek. Ancak bunun önünde büyük bir engel var: Cornelius, yeterince çevik bir oyuncu değil. Ayrıca Trezeguet de Visča da içe çok iyi kateden oyuncular değil. Aslında iki oyuncu da 4-3-3’ün kanat forveti değil 4-1-4-1’in kanadı olacak oyuncular. Mesela Trezeguet defansif katkısı sebebiyle Nwakaeme’ye tercih edilmiş bir oyuncuydu ama Trezeguet, bu maçta neredeyse hiç defansif katkı vermedi. 

Bartra, Djaniny ve Bardhi oyuna girdikten sonra topa elbette Trabzonspor sahip olmalı ancak benim itirazım, bu oyuncuların 11 başlamamasına değil Trabzonspor’un bu oyuncular sahada yokken de topa sahip olmaya çalışmasına. Denswill, işin savunma tarafını ters ayakla oynamasina rağmen pekâlâ hâlledebilir. Bu durumda Trabzonspor’un topu rakibe bırakıp derin alan savunması yapması, mücadelenin sonuna doğru yorulmuş ve zaten pek iyi durumda olmayan rakibine karşı pas oyununa dönmesi en kötü 0-0’ı getirirdi. Sahada ne savunma ne pas ne de hücum yapan bir oyuncu grubu vardı. Muhtemelen ilk 45 dakika Kopenhag’ın Trabzonspor’u abluka altına alacağına inanılıyordu. Kopenhag, topu Trabzonspor’a bırakınca da ne yapacağını bilmeyen oyuncular saçmalamaya başladı. Başka bir açıklama bulamıyorum ama Kopenhag’ın sürprizi de buydu. 

2-0’ı bulduktan sonra tamamen derin alan savunmasına dönen Kopenhag, rakip yarı sahaya yerleşen Trabzonspor oldu. İkinci yarıda Trabzonspor’un neredeyse bütün pozisyonlarında Djaniny vardı. Djaniny, hem bir orta saha gibi merkezde top alıp saklıyor hem de bağlantı oyununda Cornelius’a istediği boşlukları sağlıyor. Aslında mobil özelliği yüksek bir oyuncuyla birkaç kişinin yapması gereken bir işi tek oyuncuyla yapılıyor. Peki, Djaniny o zaman niye 11 başlamıyor? Çünkü Djaniny, üst seviye bir takımın santrforda butün yukünü çekebilecek bir oyuncu değil. 

Önemli olan çok koşmak değil doğru zamanda, yüksek şiddette, doğru yere koşuyu yapmak. Önemli olan bir oyuncunun koşu mesafesi rekoru kırması değil takim hâlinde toplu hâlde koşabilmek. Bunun için de fizik kondisyon kadar oyun bilgisi de gerekli. İyi bir takım, oyun aklına ihtiyaç duymaz çünkü o takımda her oyuncu pozisyon bilgisine sahiptir. Biz hücumsa 30 metre koşacak kadar akıllı olmadığımız için 400 metre geriye koşup enerjimizi tüketiyor, bunu da katedilen mesafe istatistiğine yazdırıyoruz. 

Önemli olan sağ ve sol stoperin aralarında paslaşarak topa sahip olunması değil topu mekrez oyuncuların paslaşmasıyla ileriye taşıyabilmek. Bir pasın şiddeti kadar kalitesi de önemlidir. Trabzonspor, henüz boşluk yaratacak şiddette pas atamıyor. Pasların kalitesi ise oldukça değişkenlik gösteriyor. 

Size şurada Hugo’nun Bakasetas’a veya Abdülkadir’e yolladığı bir pasla 6 oyuncuyu ekarte edebileceğini söylemiştim, değil mi? İşte bunun adı packing. İmpect ise bu pasın Hugo tarafından direkt üçüncü bölgeye atılması. Örneğin Hugo, Cornelius’a doğru üçüncü bölgeye doğru bir pas atsa, Cornelius da bu pasla direkt kaleciyle karşı karşıya kalsa bir pasla 10 oyuncu, oyundan düşmüş olduğundan bu pasın impect puanı oldukça yüksek olacaktı. 

En nihayetinde gol atabilmek için önce ofans hattını geçebilmek gerekiyor ancak asıl önemli olan ve daha büyük gol tehlikesi yaratacak olan, savunma oyuncularının bir şekilde oyundan düşürülmesi. Bu yüzden packing ve impect olarak ayrılmış iki kavrama sahibiz. İmpect, packing’in, futbolcu ekarte etmenin üçüncü bölgede gerçekleşeninin özel adı. 

Sol ayaklı sağ stoper ile sol stoperin birbiriyle paslaşması, ne packing ne de ne de impect açısından bir şey ifade eder. 

Demek ki çok koşmak da topa çok sahip olmak da çok pas yapmak da marifet değilmiş. Yapılan araştırmalar, ivmelenmenin, hızlı koşmaktan çok daha kıymetli olduğunu gösteriyor. Yani fitness data adı verilen şeyin alt basamaklarına bakmak lazım. Yoksa rakibin planı seni koşturmak ve yormak üzerine olabilir. Sürekli geçiş ve kontra yiyen bir takım, geriye koşmak zorunda kalacağından koşu mesafesi de yüksek olacaktır. Tek başına hele de alt verileri olmadan koşu mesafesi hiçbir şey ifade etmez. 

Gelelim bir başka derse: Beni takip edenler, benim hakem konuşmak konusundaki kesin tavrımı bilirler. Michael Oliver İngiltere’nin ve dünyanın elit hakemlerinden biridir ki bu mücadeleye atanmış olması UEFA’nın bu müsabakaya ve hakeme verdiği değeri göstermektedir. Ancak ilk goldeki ofsayt, ne yazık ki yakalanamadı. Peki, ne oldu? Herhangi bir yönetici veya hoca hakem hakkında açıklama yaptı mı? Mağdur olduk, doğrandık, büyük camiayız dedi mi? Geçmişte canlarının yanmış olduğundan bahsetti mi? Veya karşılaşma, hakem üzerinden okundu mu? Çünkü muhatap alınan kurum, her şeye rağmen UEFA değil mi? Burada cezasız kalan bazı davranışlar, orada ağır bir şekilde cezalandırılıyor, değil mi?

Her koşulda Kopenhag’ın hakkı olan bir mücadeleyi geride bıraktık. Burada yaklaşık 3 word sayfası yazıyla Trabzonspor’un eksikliklerini anlattık. Eğer duygusal hareket edip hakem üzerinden bir maç yorumu yapsaydık şurada saydığımız bütün eksikleri belki de hiç fark etmeyecektik. Geçen sene Molde maçları (Bu maçın analizleri için bak. Futbol’un Felsefesi: Futbol; Bir Takım Oyunudur, Bireysel Hata Olmaz) Trabzonspor’un bütün defolarını göstermişti. Geçen seneden çıkardığım dersle bu iki maçın çok önemli olduğunu düşünüyorum. 

Yukarıda Visča ve Kouassi’yi karşılaştırırken bir şey söylemiştik. Hani Trabzonspor’un oyunu biraz da o yüzden aksamıştı. Sahi, bu akşam ve muhtemelen 2 ay daha Visča neden yok? Visča’nın kolunun kırıldığı pozisyon… Özetlerde 3. dakika civarı. Falette önce sağ, sonra sol koluyla Visča’yı engelliyor. Çünkü Visča daha hızlı. Visča, ilk darbeden sonra iki kolunu yana doğru açıyor. Dengesini kaybedince de düşüyor. Yoksa kolunun üstüne düşme şansı yok. 

Hakem, maçı kötü yönetiyor olabilir. Sen sporcusun, işini yap. Neden her pozisyonda hakeme ititaz ediyorsun ki? İtirazın hakemin kararını değiştirecek mi? Sen ne olursa olsun hakeme itiraz etmeyerek sportif ve kurumsal bir duruş sergilemeli, örnek bir duruş sergilemelisin.

Her pozisyonda hakeme dönme alışkanlığın yüzünden takımın en kilit oyuncularından biri 3 ay yok. Burada suçu, yöneticilerde aramak lazım. Trabzonspor, büyümek istiyorsa âcilen bu mağdur psikolojisinden kurtulmalı. 

Yoksa basit işleri yapamadığı için basit goller yemeye devam eder.