GİRİŞ

KONDA‘nın 2018 yılında yaptığı anketin 2023’e girerken gündeme gelmesiyle Türkiye belki de tarihinin en komik yılbaşılarından birini geçirmişti. 

Tadımızın tuzumuzun olmadığı, yılbaşının eskisi gibi kutlanmadığı şu günlerde biraz da olsa Lozan’la eğlenebilmek açıkçası güzeldi.  

Bundan sonra bu Lozan meselesinin güldük, eğlendik ve bitti denilerek rafa kaldırılması daha doğru olur. Çünkü bizim burada alaya aldığımız şey, bir insan grubunun “inandığı.” 

Lozan konusunda yeterince tarih profesörü ve araştırmacı yeterince açıklama yaptı. Bugün bu yazıyı okuyanların kafasında zaten Lozan’ın 2023 yılında sona erip ermediğiyle ilgili bir yargı var. Benim bu konuda defalarca tekrarlanmış şeyleri tekrar etmeme gerek yok. Kaldı ki kerli ferli profesörlerin başaramadığını ben başaracak da değilim. Ancak ben bu yazıda Lozan’ın 2023’te bitip bitmediğini kabul etmenin sosyolojik ve psikolojik boyutunu ortaya koyarsam insanların hayatlarından vakitlerini çalmamın karşılığını vermiş olurum. 

1. BİLİM, İNANCIMIZIN DOĞRU OLDUĞUNU KANITLAYABİLİR Mİ?

Birincisi, inanç, ne her zaman bilimle koşut ne de her zaman bilimle karşıttır. İnanç, bazı durumlarda bilimle parallellik gösterirken bazı durumlardaysa bilimle karşıt olabilir. İnanç ve bilim, iki ayrı kavramdır. Bilim, şeyleri açıklamaya çalışır. İnsanın bir açıklama arayışı söz konusudur. İman ise insanın anlamlandırma çabasının bir sonucudur. İnsanın açıklama arayışı gibi anlamlandırma arayışı da son derece kutsal ve saygıdeğerdir. Kişi, anlamlandırmada kendini tamamlanmış hissederken açıklamada kendini eksik görebilir. Bunun için de halk arasında şifâî bilgilere dayalı açıklamalar gelişmiştir: Halk hekimliği bunlara iyi bir örnektir. Tersi bir durum da söz konusu olabilir. Kişi, açıklama anlamında kendini doygunluğa erişmiş hissedebilirken anlamlandırmada eksik kaldığını düşünebilir. 

Yalnız dînî bir terim olarak îman, Arapça “emn” emin olmak fiilinden gelir ki doğru olduğundan şüphe duymamak anlamına gelir. Bilimde ise şüphe esastır. En çok da bu yüzden dîne bilimsel olarak yaklaşmak doğru değildir. En çok da bu yüzden bilimsel olarak “en doğru din” mümkün değildir. 

2. İNANÇ, NASIL BİR YAPIYA SAHİPTİR?

İşte bu yüzden “Lozan’ın 100 yıllık bir anlaşma olduğu” veya bu anlaşmanın devre dışı kalmasıyla yer altı zenginliklerimizi işleme hakkını elde edeceğimiz gibi iddiaları ortaya atanlar için diplomasi, tarih gibi bilimlerin ne söylediklerinin hiçbir önemi yoktur. Onlar bir kere Lozan’ın 2023’te sona ereceğine îman etmiştir. Bunu, bundan sonra değiştirebilmek mümkün değildir. Buna inanan bir kimseye inandığının yanlış olduğunu söylemek veya inandığı bir şeyle alay etmek onun kişisel değerlerine saldırmak demektir. 

Yanlış anlaşılmasın, daha önce de belirttiğimiz gibi ancak akıl sahipleri inanabilir veya bir açıklama yapabilirler. Lozan’ın 2023’te son bulacağı fikrinin de çıkış noktası bir akıldır. Ancak bunu kabul eden akıl, aynı zamanda bu aklın ortaya çıktığı aklın da en doğru olduğunu kabul etmektedir.

KONDA’nın yaptığı araştırmaya göre Türkiye’de Lozan’ın 2023’te bitecek olduğunu düşünenlerin oranı %48. Aynı araştırma üniversite mezunlarının %43’ünün, lise mezunlarının %47’sinin lise ve altı mezunlarının %48’inin Lozan’ın 2023’te sona erecek olduğuna inanıyor. Buradan eğitim düzeyi ve Lozan’ın gizli maddeleri arasında belirgin bir neden-sonuç olduğunu söylemek mümkün değil. Ancak bu araştırmaya göre toplumda Lozan’ın gizli maddeleri olduğuna inananların sayısı hiç de az değil. 

Burada şuna değinmek gerekiyor: Üniversite mezunları da halktan kimselerdir ve onların da bir şeye inanması son derece normaldir. Bir ilkokul mezununun Lozan’ın gizli maddeleri olduğuna inandığı yerde bir üniversite akademisyeni de Lozan’ın gizli maddeleri olduğuna inanabilir. Üniversite mezunu olmakla Lozan’ın gizli maddelerine inanmak veya inanmamak arasında hiçbir bağ yoktur. Çünkü sıfır beden hâline getirilmiş tarih kitaplarında Lozan, belki ancak bir saatlik bir konudur. O da hep beylik cümlelerle geçirilmeye çalışılmaktadır. Ülkemizdeki fen ağırlıklı eğitim politikası zaten tarih dersinin değerini düşürmektedir. 

O hâlde bunu bir halk inanması olarak kabul etmek ve saygıyla yaklaşmak doğru olacaktır. 

Peki, bu durumda bize düşen nedir? İnsanların böyle bir şeye inanmasına sessiz mi kalacağız yoksa bir şeyler yapmamız gerekir mi? Yapmamız gereken insanların neden böyle bir şeye inandığını tespit etmektir. İnsanları böyle bir inanmaya sevk eden bir anlam arayışı bulunmaktadır. 

3. BİR DÜŞÜNCEYİ ANLAMAK İÇİN O TOPLUMU ANLAMAK GEREKİR

Türkler, Tanzimat’tan beri Avrupa’dan neden geri kaldığını bulmaya çalışıyor? Bu 200 yıllık süreçte neden geri kaldıklarını anlamadıkları gibi bu konudaki entelektüel mirasını da 80 darbesinden beri kaybediyor. Bugün artık ne medeniyetçi yazarlar kaldı ne batı hayranları ne de en azından bir iki cümle kurabilen aydınlar. Bu boşluğu insanlar kanaat önderleriyle doldurmaya çalıştı. Dışarıya kapalı Türkiye’nin dışarıya kapalı muhafazakâr Türk toplumunda büyüyen insanının zaten büyük düşünceler üretmesi gerek sosyolojik gerekse siyasî nedenlerle engellenmişti. 80’lerin oluşturduğu korku ortamına iktidar baskısı da eklenince insanlar muhakeme yapamaz duruma geldi. Bu durumda ilk duyduğu şeye bağlanmak zorunda kaldı. Bu; belki sohbetlerine gittiği muhafazakâr bir tarihçi, belki köşe yazılarını okuduğu eski bir solcuydu. Toplumda düşünme cesareti gösterebilen kişilerin peşinden gitmek, bu dönem için oldukça pratikti. Hayatımızın birden hızlanması, daha çok çalışmamıza karşılık elimize geçen paranın değerini hızla kaybetmesi ama bir şeylerin hâlâ canlı ve ayakta görünmesi insanları bir kanaat önderi belirlemeye itti. Sürekli geçmişiyle kendini sorgulayan, geçmişte yaşayan, kendiyle ve geçmişiyle sorunları olan, gittikçe yoksullaşan ama bir şekilde ayakta kalmayı başarabilen bu toplum yönetilse yönetilse tarihle yönetilirdi. Bu yüzden de tarihçiler ön plana çıktı. Bugün her şeyin artık çırılçıplak ortaya çıkmasıyla insanların Lozan’ın hezimet mi yoksa zafer mi olduğunu düşünecek ne vakti ne de enerjisi kaldı. 

Türk eğitim sisteminin kademeli olarak “fen ağırlıklı” olması da sosyal bilimler alanında bilgi üretiminde çeşitli boşluklar oluşturdu. Evet, ders kitaplarında Lozan Barış Antlaşması on iki yıllık zorunlu öğretimde bir öğrencinin karşısına 4-5 kere çıkıyordu ama içerik o kadar sadeleştirilmiş ve beylik ifadelerle geçiştirilmiş ki eğitim sistemimizden çıkan bir çocuğun Lozan hakkında bir iki kelâm edebilmesi mümkün değildi. Kültürü bu kadar derin ve kadîm olan bir milletin, kültür damarlarının böyle âniden kopması kabul edilemezdi. Buna bir tepkinin oluşmaması mümkün değildi. İşte bu boşluğu anonim sosyal medya hesapları, sosyal medya fenomenleri, ideologlar, fenomen tarihçiler ve gazeteciler kapatmaya başladı. Elbette bilginin yaban ellerde üretiliyor oluşu çeşitli sakıncalar da içermekteydi. İşte bu sakıncalardan biri de Lozan’ın gizli madeleri inanmasıdır. 

4. AYDA PETROL BULUNDU!

Bir deli bir kuyuya taş atmış, kırk akıllı çıkaramamış. Tam da bu durumla ilgili çok güzel bir hikâye vardır: Amerika’da adamın biri arkadaşının kurduğu gazetede köşe yazarıdır. Bir gün tirajı pek de yüksek olmayan bir gazetede “Ayda Petrol Bulundu” başlıklı bir yazı yazar. Ertesi gün gazetenin sahibi olan arkadaşı kendi televizyon kanalına çıkar ve: “Ayda petrol bulundu, toplumdan gizliyorlar.” der. Bu konuşma ertesi gün aynı gazetenin manşetidir. Kaynak olarak da televizyon programını gösterir. Ertesi gün televizyon kanalında ayda petrol bulunduğunu iddia eden sahte profesörler ile ayda petrol olmasının mümkün olmadığını söyleyen gerçek profesörler tartıştırılır. Tartışmanın içinden çıkılamayınca sahte profesörler, gerçek profesörlere: “Ayda petrol olmadığını kanıtla.” der. Ertesi gün iddia sahibi gazete manşet atar: “Ayda Petrol Yok Dediler ama Morardılar.” Ertesi günkü programda toplum baskısına dayanamayan gerçek profesörler de ayda petrol olabileceğini söylerler. Ertesi gün manşetler ise şöyledir: “İtiraz Ettiler Ama Kabul Ettiler!” Böylece bütün bir toplum ayda petrol bulunduğuna inandırılmış olur. 

5. PROPAGANDALAR, SİYASİ İNANMALAR YARATABİLİR Mİ?

En nihayetinde mevcut hükûmetin siyasî planlarıyla Lozan’a dair iddiaların çatışması ve Lozan’a dair iddiaların doğrudan ve dolaylı olarak AKP genel başkanını desteklemesi, işin siyasî boyutunu da oluşturuyordu. Siyasîlerin gündelik kaygılarla hareket ettiği bir ülkede statüko ile statükodan beslenenlerin birbirini sürekli desteklemesi ve politikanın bu tür dedikodulardan oy toplaması son derece doğaldır. 

Halkın olduğu yerde “inanma” da söz konusu olacaktır. Ancak insan, neye inanacağını seçebilir ve inandığı şeyi sorgulayabilir ki bu, onun insan olmasının bir gereğidir. 

O hâlde inanmayı oluşturan bir toplumsal akıldan söz ediyoruz. Bu akıl, siyasetten de güç alarak herkesi içine alan değil yalnızca vasatı içine alan bir anlayışa sahip. Bu da yapının kendi kendini yenilemesinin ve denetlemesinin önüne geçiyor. “Bizden olmayan haindir” gibi son derece hastalıklı bir temele dayanan bu anlayış, birlik ve beraberlik olgusunun önüne geçiyor. Adına her ne grubu ya da ittifakı derseniz deyin bu şartlar altında asla yan yana duramayacak olan bir yığın insanın bir arada durma zorunluluğu ve bu yığına girecek insanların bu yığın gibi olma zorunluluğundan kaynaklanan çatışma, Türkiye’deki gerilimin temel sebeplerini oluşturuyor. Elbette bu devlet aygıtının bu çatışmayı oluşturmadığı veya bu çatışmadan en iyi şekilde yararlanmadığı anlamına gelmiyor. 

SONUÇ

Halktan olma“nın ve “halka inme“nin temel dinamik olduğu Türk siyasetinin post-modern zamanlarda popülistleşmesi kaçınılmaz bir sonuçtur. Oysa bugün bir kavram olarak “halk”ı çoktan aşmış olmamız gerekirdi. Çoğuna göre halk, hâlâ kaba saba, cahil ve okumamış kimselerden oluşuyor. Halktan olma da kaba saba, cahil ve okumamış olmakla eş değer görülüyor. Bunun en bariz örneğini siyasette “S*rtük” ifadesini kullanılmasından sonra “Bizim siyasette kullandığımız halk dilidir” savunmasının yapılmasıyla gördük. 

Maalesef ki Lozan’ın 2023’te sona ereceğine inanan birini ikna etmeye çalışmak kadar beyhude bir çaba yoktur. Ancak buna verilebilecek en güzel cevap, bu tür şeylere karşı sessiz kalmak ve konuyu orada kapatmaktır. Türk aydını, birlikte yaşadığı toplumunun insanlarını sürekli kusurlu görmekten vazgeçmeli ve başkalarından bağımsız olarak kendi gündemini oluşturmaya çabalamalıdır.