Aygır Ahmet, dedemin babası olur. Geçimini at ve eşekle Bodamlı -yeni adıyla Güneysu- köyünden Vakfıkebir ilçe merkezine at veya eşekle taşımacılık yaparak sağlamış. Bu yüzden de ona “Eşekçi Ahmet” veya “Aygır Ahmet” demişler.

Eşekçi Ahmet, Bodamlı köyüne medeniyeti getiren adamdır. Eşekçi Ahmet, Bodamlı köyü için tekerliği bulan adamdır. Çünkü ondan önce hiç kimse Bodamlı ile ilçe merkezi arasında taşımacılık yapmamış. Zaten ondan önce de Bodamlılı öyle canı isteyince ilçeye inmezmiş. He, zaten ilçe merkezinde de bir şey yokmuş ya. Fol Deresi, Vakfıkebir’in iki yanını birbirinden ayırıyormuş. Dere yatağının geniş, suyun ise sığ olduğu o yıllarda insanlar karşıya geçecek olsalar taşların üzerlerinden sekmek zorunda kalırlarmış. Yalnızca bir kişinin geçeceği genişlikte bir tahta köprüden söz edilse de bugüne kadar o köprünün ne zaman yapıldığı konusunda eskilerden bir ağız birliğine varamadım. Fol Deresi kenarları sazlık ve bataklıkmış. Söylenene göre özellikle yazları ilçe merkezinde kokudan durulmazmış. Kimse de zaten serin kırsal alanlar ve köyler dururken ilçe merkezinde oturmayı istemezmiş. Ancak serin yerlerden kendilerine yer bulamayan fakir kimseler ilçe merkezinde otururlarmış.

Peki Vakfıkebir neresidir bilir misiniz? Karadeniz’in kıyısındaki bir kente neden ve niçin Vakfıkebir gibi büyük vakıf anlamına gelen Farsça bir tamlama isim verilmiştir? Anlatılana göre Fatih Sultan Mehmet’in annesi -Aslında Yavuz Sultan Selim’in annesi- Gülbahar Hatun, Tirebolu açıklarında bir fırtınaya yakalanır. Eğer karaya çıkarsam çıktığım yeri vakfedeceğim, der. Sonunda hinterlandı hayli düşük bir doğal liman olan Vakfıkebir’e çıkar. İşte Gülbahar Hatun’un çıktığı bu yer Vakfıkebir adını alır ve Beşikdüzü, Eynesil, Şalpazarı ve Çarşıbaşı’nın da Vakfıkebir’e bağlanmasıyla bölgeye Büyükliman havzası adı verilir.

Şehir merkezindeki en eski yapılar en çok 19. yüzyılın başlarına gider. Bölgedeki işte Gülbahar Hatun’un buraya bir cami inşa ettirip çevresine dükkânlar vakfettiği ve o caminin bugünkü Vakfıkebir Eski Cami olduğu yönündeki anlatmalar gerçeği yansıtmamaktadır. Son yıllarda meslekten olmayıp üstüne üstlük birilerinin gözünü boyamak amacıyla bu inanışı destekleyen yayınlar yapılsa da bu çalışmalara itibar edilmemesi gerekir. Bahsedilen taştan yapılma Eski Cami’de 19. yüzyıl eseridir.

Eşekçi Ahmet’in henüz gençlik yıllarının başında -askerlik işlemi için olsa gerek- Trabzon’a Merkez’e, bugün Ortahisar olarak adlandırılan bölgeye işi düşer. Akşamından azığını hazırlayıp sabah namazında yola çıkar. O zamanlar araba yok tabii. Eşekçi Ahmet, 15 km. ilçe merkezine; yaklaşık 42 kilometre de Vakfıkebir’den Trabzon’a yürüyerek gitmek zorundadır. Öğleyin olduğunda artık Trabzon’dadır. Meydan’a gider. Oradan Uzun Sokak’a geçer. Derken çişi gelir. Tuvalet görür ancak önce azığını bir yere bırakması gerekecektir. Sağa sola bakınır ama büyükşehirde güvenecek kimseyi bulamaz. Gözüne mağaza vitrinindeki manken ilişir. Mağaza mankenine: “Hani çenteyi (çanta) kolla da ben bir işeyi geleyim.” der. İşini görüp geri döndüğünde çanta yoktur. Eşekçi Ahmet çok sinirlenir ve mankene: “Sigeyim hau bil bil gözlerini. Ben sana ne tembih ettim!” der.

Bütün bu anlattıklarım ve bugün gelinen süreç, aslında Cumhuriyet’in ne büyük bir şey başardığını gösteriyor. Ben Uzun Sokak’ta başı insan ile mankeni ayırt edemeyecek, mankene çanta emanet edecek ve hatta kaybolan çantasının hesabını yine mankene soracak kadar dönmüş bir dedenin torununun oğluyum. Aslına bakarsanız bu komedi, çoktan trajediye dönmek zorunda. Çünkü bu hikâye, Osmanlı’nın Anadolu’ya bir çivi dahi çakmamasını ancak halkı sürekli vergilerle açlığa mahkûm etmesini, köy, ilçe ve şehir merkezi arasında uçurumun oluşmasını ve gariban Anadolu köylüsünün kentte nasıl mağdur edildiğini göstermektedir. Bu, genç cumhuriyetin nasıl bir miras devraldığını ve bir bakıma neden ve hangi sebeplerle redd-i mirasta bulunduğunu en güzel şekilde ortaya koyuyor. Bugün manken ile insanı ayırt edemeyen adamın torununun oğlu, Türk Halkbilimi üzerine yüksek lisans yapabiliyor ve dedesinin hikâyesini anlatabiliyorsa bu, Cumhuriyet’in başarısı değil de neyin ve kimin başarısıdır?

Bir gün bir yerde Cumhuriyet ve Atatürk değerlerini savunurken münasebetsizin biri bana: “Atatürk, senin dedelerini bombaladı. Sen nasıl Atatürk’ü savunabilirsin!” diye çıkıştı.

Bahsi geçen olay, Rize’nin Potomya, yeni adıyla -Güneysu- ilçesinde yaşanıyor. Atatürk’ün medreseleri kapatmasından rahatsız olan bir grup medrese hocası, muhtarı da yanına alarak bölgede ayaklanma çıkarıyor. Hatta işler jandarma komutanını asmaya kadar gitse de jandarma komutanı, ben de sizdenim, diyerek yakayı kurtarıyor. İsyan büyüyor. Osmanlı dönemindeki imtiyazlarını korumak isteyen bu grup, halkı genç Cumhuriyet’e karşı kin ve düşmanlığa teşvik ediyor. Sonunda isyan, Hamidiye zırhlısının Rize açıklarında görülmesiyle son buluyor. Ve o meşhur sözün burada söylendiği kaydediliyor: “Atma Hamidiye atma din kardeşiyuk/ Vergi de verecoğuk, şapka da takacoğuk, askere de gidecoğuk…”

Başa dönelim Bodamli’dan Trabzon’a kadar yürüyen ve mankene, azığını emanet eden benim dedem. Peki, Potomya’da devlete isyan edenler kimler? Benim dedem, muhtemelen o yıllarda henüz 5-10 yaşlarında bir çocuktu. Büyüdü, hayat kavgası verdi. Askere dediler gitti, vergi dediler verdi.. Bodamli’dan ilçe merkezine taşımacılığı başlattı. Çünkü Cumhuriyet ile birlikte artık şehre inmek gerekmekteydi. Genç Cumhuriyet, Vakfıkebir’e bir Hükûmet Binası yaptı. Artık vatandaş, işlerini buradan görecekti. Bu bina taştan yapılmış olup bugün hâlâ ilçenin en eski yapılarındandır. İlk günkü hehbetiyle ayakta duran bu bina, günümüzde Vergi Dairesi olarak hizmet vermektedir.

Ben Eşekçi Ahmet’i hiç görmedim. Ben doğmadan önce hakkın rahmetine kavuşmuş. Ama hayatında hiçbir dönem şapka takmamış. Kimse de onu şapka tak, diye zorlamamış.

Zaten ilgili kanun maddesi de illa şapka takıp takım elbise giyeceksiniz demiyor. Başınıza bir şey takacaksanız bu şapka olsun diyor.

İki yerleşim yerinin adının da Güneysu olarak değiştirilmiş olması ilgimi çekti. Muhtemelen Potomya -Potomia, Pot(o)ların yaşadığı yer- ile Bodamlı aynı anlamlara geliyor. Eskilerden duyduğuma göre köyün isminin Bodamlı olması, Rumların inek otlatırken sığırların götüne çubukla vurup “Bodom, Bodom” demesindenmiş. Poto ile Bodo(m) muhtemelen aynı kelime. Bilimsel bir kanaate varmak için Rumca üzerine daha çok derinleşmek ve Rize, Güneysu üzerine biraz daha çalışmak gerek.

Bu konuda derin çalışmalar olmasa ve köylü de her ne kadar bunu inkâr etse de benim köyüm olan Bodamlı’da bir Rum varlığından bahsetmemek mümkün değil. Bugün Karadeniz’in pek çok köyünde artık kilise bulunmasa da köydeki “Kilise Kıranı” yer ismi sayesinde köyde eskiden aktif bir kilise varmış. Söylenenlere göre kilise, Rumlar gittikten sonra bölge halkı tarafından yıkılmış.

Geçmişte ve günümüzde aynı ismi taşıyan bu iki yerleşimin birinin imtiyazlı, diğerinin ise kaderine terk edilmiş olmasından başka farkları yok. Bu yüzden onlar halkı dolduruşa getirirken Eşekçi Ahmet kendini köyü için tekerliği icat etmek zorunda hissetti. Köyün gözü en açık sakinlerinden biri olmasına rağmen ise manken ile insanı ayırt edemeyecek kadar saftı.

Trabzon’da, Vakfıkebir’e köy derler. Çünkü Vakfıkebir onların gözünde bir köyden ibarettir. Istanbul’da ise Trabzon’un bütününe köy derler. Lisans yıllarımda İstanbul’un yerlilerine Trabzon’dan geldiğimi söylediğimde, köyden geldin yani, derlerdi. Bu, hiç şüphesiz merkeziyetçi bir bakış açısının, bu merkeziyetçi bakış açısının da ne kadar dar olduğunun bir göstergesidir. Bodamlıda sepet ve süpürge yapımı ile pilegi taşı yapımı -ekmek pişirmek için kullanılan taş- çok gelişmişti. Bununla birlikte her Trabzon köylüsü her işte az veya çok bilgi sahibi olmak zorundaydı. Köylü, kendi evini kendi yapar ve kendi evini kendi çevirirdi. Bunun sebebi, şehirden usta getirmenin imkânsızlığı ve vergilerden beli doğrulmayan halkın fukaralığıdır. Sırf yeniçeriler sefere çıksın da bahşiş alsın, Osmanoğullarının toprakları genişlesin diye Anadolu halkı yüzyıllarca aç ve susuz bırakıldı. Seferlere çıkıldığında geçildikten sonra imha edilecek köprüler çarçabuk yapıldı ama yüzyıllarca Fol Deresi’nin iki yanını birleştirecek bir köprü yapmaya ihtiyaç duyulmadı. Kimsenin aklına bırakın modern şehir kurmayı, insanların yaşadığı yeri mamur hale getirmek bile gelmedi.

Bugün pek çok fizyolojik ve psikolojik rahatsızlığın kaynağının yanlış ve yetersiz beslenme olduğunu biliyoruz. Osmanlı, İslam’ın sırf yüzeysel olarak yaşaması, bir şekilde Müslümanlığın gelecek kuşaklara aktarılması için kendi halkını ölüme terk etmeyi göze aldı.

Onlara hep isyancı gözüyle baktı. Eçhel, köylü, kasabalı, kaba, Etrâk-ı bi-idrak (idraksiz Türkler) denerek aşağılandı. Cumhuriyet, işte bu yüzyıllarca aşağılanmış insanlara söz sahibi olma hakkı verdi. Çünkü o aşağılanan, görmezden gelinen ve yalnızca vergi vermesi için yerleşik hayata geçirilmek istenen Türkler, ulusal bir kurtuluş savaşı vardı.

Millî Mücadele ve Kuvva-yı Milliye, ulus olabildiğimizin en güzel ispatıdır.

Muhtaç olduğumuz kudretin damarlarımızdaki asil kanda olduğunu hatırlatır, Cumhuriyet sayesinde okuyabilen bir Türk genci olarak Cumhuriyet’in 100. yılını en içten dileklerimle kutlarım.

Nice 100 yıllara…